Son bir haftada iktidarın medya yoluyla salgın yönetimi sürecinde yeni bir aşamaya geçtiğini gördük. Gazeteciler dört bir koldan salgın önlemlerinin ne zaman sona ereceğini, evlerimizde çok sıkıldığımızı, Ramazan Bayramı’nın da yaklaştığını gündem etti, Bilim Kurulu üyeleri de tek bir ağızdan cevap verdi: Tedbirlere uyulursa mayıs sonu, haziran başı gibi normale dönmeye başlayabiliriz. Bu söylem, aynı virüsün Türkiye’de “bulunmasından” önceki dönem gibi; iktidarın “her şey yolunda” propagandasıyla birlikte her gün servis ediliyor.

Bilimsel anlamda salgınla ilgili olarak dünya çapında birçok çalışma yapılıyor. Farklı argümanları dile getirseler ve salgının ortaya çıkışı, yayılımı ve gerekli tedbirlerle ilgili olarak birçok farklı yönü ele alsalar bile çalışmaların bütününde çıkarılabilecek sonuç şu: Hastalığın gerçek doğası (yayılımı, bulaşımı, ne zaman başladığı vb. özellikleri) ancak salgını kontrol altına alıp geriye doğru bakabildiğimiz derinlikli çalışmalarla ortaya çıkacak. 

 

Bu belirsizliğin bir kısmı hastalığın öldürücü özelliklerine rağmen semptomsuz da atlatılabilmesi ve bulaşımı bu kadar yüksek bir hastalığın nüfus içindeki gerçek oranını bulmanın zorluğundan kaynaklanıyor. Birçok çalışma tüm dünyada testlerle resmi olarak tanımlanan vakaların, gerçek vaka oranının küçük bir yüzdesi olduğunu anlatıyor. Ülkelerin salgınla mücadele yani tanı ve tedavi stratejilerinin farklılaşması da belirsizliğin diğer nedenlerinden biri. Kimlere test yapıldığı, kimlerin hastanelere yatırıldığı sorularının cevapları veya tedavinin uygulamasındaki farklar, hastalığın doğasıyla ilgili kesin doğrulara ulaşmamızı zorlaştırıyor.

 

Bu belirsizliği verili olarak kabul ettiğimizde, bilimsel bir bakışın bize söyleyebileceği en önemli şey ihtiyat oluyor. “Eğer bir uygulamanın zararlı olma ihtimali varsa bundan kaçınılmalı”. İleri bir tarihte eğer salgın tedbirlerinin bir gün bile erken kaldırılması, hastalığı tekrar hortlatma ihtimaline yol açacaksa, ihtiyatlı kalmak daha bilimsel bir karardır. Salgının ilk başlamasında şu görüldü: Eğer yurtdışından gelenler daha ilk günden zorunlu karantina altına alınsaydı yayılım daha güçlü şekilde bastırılabilirdi. İşte ihtiyat ilkesinin tam örneği budur. “Umutlu olma” kisvesi altında hataya düşürecek gevşemeler yerine birazcık umutsuz olunup önlemler elden bırakılmayabilir. 

 

***

 

İktidarın salgın politikası ise günlük verilerle bilimsellik kisvesine bürünmüş olsa bile başka amaçlar peşinde. Tüm bu “mayıs sonu haziran başı” söyleminin arkasında bilimsellikten çok iktidarın salgın sürecinden kazanmayı umduğu, utanmadan da sürekli itiraf edilen ekonomi meselesi var. Erdoğan’ın “üretime devam edersek salgın bittikten sonra avantajlı oluruz” demesinden sonra saray sözcüsü İbrahim Kalın da tam izolasyon için gereken uzun süreli sokağa çıkma yasağının ekonomik maliyetinin yüksekliğini söyleyiverdi.  

 

Dünyadaki gerçek şu ki ABD’nin ve dolayısıyla Trump’ın başını çektiği bir grup ülke daha şimdiden salgın önlemlerini gevşetmenin yollarını aramaya başladı. Trump bu konuda sürecin başındaki salgını küçümseyen tavrına tekrar geri döndü denilebilir. Bu dönüşün nedenleri arasında salgının bir iki ayda atlatılamayacağı, kesin bir tedavinin bulunamaması ve bu süreç devam ettikçe “ekonomiye”, yani patronların karlarında olan düşüşün katlanarak devam edeceğinin anlaşılması olabilir. İşte asıl olarak Trump’ın yaktığı bu işaret fişeğiyle önce kendi ülkesindeki şovmen doktorlar ve bilim insanları sahneye çıkıp insan hayatının ekonominin gidişatı karşısında çok da önemli sayılmadığını anlattı. Trump’ı gören bazı ülkeler de dalga dalga kendi önlemlerini gevşetme propagandasını başlattı.

 

İktidarın bu planındaki korkutucu yönlerden biri de önlemlerin gevşetilmesi sonrası ortaya çıkacak bir felaketin sorumluluğunun halkın üstüne yıkılacağının sinyallerinin şimdiden verilmiş olmasıdır. Geçen hafta sonu başlayan (dünyada eşi görülmemiş) kısa süreli sokağa çıkma yasağının başında ortaya çıkan izdihamların hiç tereddüt edilmeden halkın üstüne yıkılması bunu gösterdi.

 

Fahrettin Koca’nın, bilim kurulu üyelerinin ve medyanın konuyu ele alış biçimi ne kadar bilimsellik arkasına saklanmak istense de bu perde iktidarın kendi çıkarı için gözünü ne kadar kararttığını gizleyemiyor.