Ne ilginçtir ki muhalefeti dinamize eden gündem yine bir seçim gündemi oldu. Boğaziçi’nden başlayan yeni bir dalganın içerisinden geçiyoruz.
Görüldüğü gibi, iktidar bastırdı diye toplum durmuyor. Her seferinde yenildim deyip yasa pusa batmıyor. Bir yerinden yeniden harekete geçebiliyor. Hatta en genç kuşakları, kendilerinden öncekilerin yenilmiş olması da pek ilgilendirmiyor. Fakat böylesi hareketlenmelerin siyasal hattı ve nereye varacağı, öyle “ne yaparsak olur” demekle belli olmuyor.
Boğaziçi öğrencileri bu sefer herkesi ilgilendiren noktayı işaret etti. Sadece atanan şahsa itiraz etmediler. Üniversitelerde bir seçim tartışması başlattılar. “Rektörler seçimle gelsin” dediler. Bu doğru nokta, tüm sonuçlarıyla iktidarı köşeye sıkıştırmayı, muhalefet edenleri ise “ama” diyemeyeceği bir noktada tutmayı başardı. Bugüne kadar kayyım atanmasını doğru bulmamış ama harekete geçememiş olanlara, Boğaziçililer farkında olarak ya da olmayarak bir alan açtı.
Bir sorun, yalnız muhataplarının itirazları düzeyinde kalıyorsa çözüme ulaşmıyor. Kendisine güvenli alan buldum sanan, toplam politik meselenin içerisine eninde sonunda girmek zorunda kalıyor. Elbette ki Boğaziçi de böyle alanlardan biriydi. “Biz Boğaziçiliyiz, bize de mi?” demediler hiç...
Neden konunun öne sürülen içeriğini önemsiyorum? Bugün ülkede bir sorunu dile getirenlerin haklı olması yetmiyor. Her ne kadar idealize edilip durulsa da iktidarın her yanlışında itiraz eden tüm kesimler aynı anda o soruna doğru koşmuyor. Bu duruma solcuyum diyen bile politik olarak değil kızarak karşılık veriyor. Buna kızmak anlamsızdır. Bu nesnelliktir. Bir hakkı almak için doğru perspektifi öne sürmek mücadele edenlerin görevidir. Örgütlenme görevidir. Boğaziçi’nin kendi sorunu dışında tüm üniversiteler adına bir sorunu öne sürmesi, aynı düşünmeyen herkesi de bu konuya omuz vermek zorunda bırakmıştır.
Elbette iktidar buna en üst düzeyden saldırdı. AKP-MHP iktidarı tek millet, tek devlet, tek vatan politikasının sonucunda, sorunları da tekleştirdi. Ülkede ne zaman bir sorun dile getirilse, “tek sorun” siyaseti devreye sokuluyor. İnsan aklının sorun olarak tespit ettiği hiçbir şey sorun değildir onlara göre. Tek sorun vardır o da ancak “yerli ve milli” olmakla ilgili olabilir. İktidar için yöntem basit ama sonuçları oldukça ağır. Sırf toplumun dile getirdiği sorunları bastırmak için sınırlar ötesine bir operasyon düzenlersiniz, geri kalan her gündemi tali ilan edersiniz. İktidar için konu bu kadar basitleşmiştir. Fakat karşısında durmanın çoğu kesimlerce, öyle söylendiği gibi basit olmadığını bir görelim.
Ana muhalefet bloğu bu basıncın altında çoğu zaman eziliyor. Yerli ve milli muhalefet çizgisinde bir ana muhalefetin böylesi itirazlarda iktidarın düzen çizgisinin ötesine geçmesi şu aşamada zor. Ancak hareketin toplumsallaşması onları bir çizgiye sürüklüyor. Boğaziçi’nden açılabilen alan, muhalefeti de bu noktaya sürükleyebildi. Böylesi meşru bir önerinin gerisinde kalamazdı, kalmadılar. Bu sefer iktidarın sınırlar ötesi gündemini muhalefetin de sert karşılaması, Boğaziçi gündeminin gücüyle de oldu.
Sosyalist kesimler ise iktidarın bu manipülasyonlarını kökten reddedecek metinleri yazmakta zorlanmıyor. Bu konuda netler. Fakat toplumun başkaca kesimlerini ikna söz konusu olduğunda, bir sorunun “başkaları ile de ilgili olması” söz konusu olduğunda konu bu düzeylerde tartışılamıyor. Herkes durum belirtmeyi, talep etmeyi ve söylemeyi yeterli görüyor. Sonuç olarak konu o sorunu ortaya çıkaran iktidardan çok, ana muhalefetin ne tavır alacağının “beklenmesi ve görülmesi” tavrıyla ele alınıyor. Benim ele almak istediğim konu ise, sorun alanlarını dile getirenlerin sorumluluğu ve perspektifi konusu. Beklentisi değil.
Sosyalistim diyen kesimlerin çoğu bu beklenti içerisinde çünkü iktidarın “meşruluk” tartışması altında aslında ana muhalefetten bile daha fazla eziliyor duruma geldiler. Solcuyum ve de sosyalistim diyenler sanıldığının aksine, bu basıncın altından siyasal olarak kalkamıyor. Bunun da sebebi sol gücünü siyasal fikrine dayandırmıyor. Çoğu politik önermelerden ve politik örgütlenmeden uzaklaşmış durumda. Çeşitli bloklar etrafında fikrin önemli olmadığı buluşmalar, çoğunlukla özgüveni olan bir politik varlık oluşturmuyor. Yazının başında ifade ettim. Boğaziçililer kendisini halkın çoğunluğu adına konuşma konumunda tutuyor. Haklı olduklarını ilan etmekten geri durmuyor. Özgüvenlerini bu politik konumlanmadan alıyorlar. Solda olmayan budur. Öyle bir fikir yok. Öyle bir örgütlenme hedefi yok. Bu sebeple sürekli “siyasetsiz birleşme” gündemlerine saplanıp kalıyorlar. Solda aradıkları kriz kendi yönsüzlüklerinde. Bundan bihaber yaşayıp gidiyorlar.
Bu baskılanma onları toplumun sorunundan, toplumun örgütlenmesinden tümden uzaklaştırdı. Kendi aralarında örgütlenme halini aldı. Bir kesim tavır alması gereken tartışmalı gündemlere asla girmemeyi solculuk sayıyor. Hiç Kürt meselesi yokmuş gibi yapınca, iktidarın “meşru sol” çizgisi solculuk oluyor. Muhalefet yerli ve milli ise ben de yurtseverim diye bayrağı açıyorlar.
Diğer kesim ise “iktidarın kötü olduğunu en çok ben söylerim, baskılara da göğüs gererim” çizgisinde kalıyor. Bu da bir görev savmak ve ruhunu kurtarmak misali. Doğru olanı dile getirmek bir feda biçiminden öteye gitmiyor. Sonra “herkes bu fikre katıldı mı?” diye beklemeye geçiliyor.
Son kertede, her iki eğilimin de kimseyi ikna etmesine, politik tartışmaya girmesine gerek kalmıyor. Kendi bulundukları yerden toplumsal hareketleri, beğendikleri ve beğenmedikleri olarak incelemek pozisyonun ötesine geçemiyorlar. Böylece bir politik önermeye de örgütlenmeye de ihtiyaçları kalmıyor. Sayılar, bloklar sabit. AKP’lilik sabit. CHP’lilik sabit. İşçi sınıfı zaten sabit. İkna edilerek değişecek bir kesim yok gibi. İşte bu açılardan Boğaziçilileri tam tersi örnek olarak görüyorum.
Boğaziçi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir meşru çizgiyi öne sürebilmiş olmakla ayrışıyor ve değiştiriyor. Meşru olmayı kim neye göre beliriyor? Yalnız kendisine hak verilmesini istemek değil, sorunun kaynağını açığa çıkarmak ve herkesin sorununu öne sürebilmek belirliyor. Yüzlerce Boğaziçi öğrencisinin tutuklanma ile yargılanıp, kahkahalarla adliye kapılarından çıkmasını sağlayan bu güçtür. Talepler manzumesi yok. Gülmek devrimci bir eylem olduğu için de değil. Böyle tekerlemelerle ilgilenmedikleri kesin.
Erdoğan’ın bile gündeminde en yakıcı konu buyken, herkes Boğaziçililerin “daha politik” bir gündemle ilgilenmesini istiyor. O daha politik gündem ne olabilecekse? Boğaziçi'nde seçim istemek, bu açıdan da sol eliyle “politika dışına” itiliyor. Çok itirazlı bir hattan gidilsin, her yerde eylemler hep yapılsın, eylem dışarlara taşınsın, tüm sorun alanlarını Boğaziçi öğrencileri ele alsın isteniyor. Siyasal mücadeleler daha fazla kafa atabilme yarışı değil maalesef.
Sosyalistler bu konuda oldukça harcıalem olmaya çok alışkın. En çarpıcı örneğini Gezi’den vermek isterim. Gezi direnişi Gezi Parkı’ndan forumlara taşındığında, ilk gündem yakın zamanda olacak seçimler olmuştu. CHP ve HDP ise seçimleri yalnız kendileriyle ilgili bir konu olarak görüyordu. Yeniden ayaklanma olsun istediği için seçimleri küçümseyen sosyalistler ise çoğunluktaydı. Seçimleri yok sayalım diyenler Gezi ardından 7 yılda 6 seçimli mücadele dönemi yaşayıp, 6’ıncısını zar zor yakalayabilmişlerdi. Onlar seçimleri çok “naif gündem” saydığı esnalarda da, çok ciddi bir başarı elde edildiği için seçimlerden biri iptal edilmişti. Ne tesadüf ki o başarılı seçim tüm deneyimler ardından politik çıkarsama yapmış HDP’nin “herkesin sorununu öne sürüyorum” demesi ile başarılmıştı. O kadar başarılı oldu ki ardından üzerimize bombalar yağdırılmıştı. Bir sonraki seçimde ise rejim değiştirilmişti. Sosyalist olanlar seçimleri “naif gündem” bula bula sonuncu seçimde kendilerini seçim partilerinin listelerinde buldular. Tabi şimdi hiç öyle olmamış gibiler.
Boğaziçi'nin gündemi “naif” değildir. Boğaziçi'nin gündemi “yalnız kendileri ile ilgili” de değildir. Öne sürdükleri konu artık yalnızca Boğaziçilileri ilgilendirmiyor. Yalnız öğrencileri ya da kayyımlarla en çok uğraşan Kürt halkını ilgilendirmiyor. Bir yerde seçim olup olmayacağı AKP ve bloğu dışında herkesi ilgilendiriyor. Bu sayede sayısal bir güç olmayan yerlerde bile seçim istenerek eylem yapılabilmiştir. Konya’sından Hakkari’sine ülkede itiraz edenleri buluşturan budur. Bu direnişi sürdürmek için de her gün bir fikri işletmek üzere büyük çaba sarfediyorlar. Bu kazanılmalıdır.
Hocalarıyla, renk renk öğrencileriyle, sergileriyle, müzikleriyle, kulüplerinde üretilen envai çeşit fikirleriyle, bu hattan gitmeleri gayet başarılıdır, devrimcidir, yıkıcıdır. AKP’yi delirtendir.
İlk seferde kazanılacağı garanti değildir, belki de yenilecektir. Ama bu perspektifin doğru örneği olarak mücadelede yerini alacak. Tüm direnenlere örnek olacak. Bu açıdan, kendi hattından, kendi yolundan, kendi bileşenleriyle, devrimcilerin ve destekleyenlerinin de omuz vermesiyle sürdürülmelidir.
Bu durum muhalefet eden herkesin sorunlarıyla örtüşecektir. Ama muhalefet edilen her konunun derdine derman değildir. Beklenmesi de doğru değildir.
Onlar solun kurtuluşunu düşünmekle sorumlu değiller ama sol onların da kurtuluşundan sorumlu. Daha ötesini yapabilecek olan, toplumu örgütleme görevini kendi üzerinde görenlerdir.
Boğaziçililer bu sorunu kendileri adına istemiş olsalar bile nesnellik onların durumunu tüm toplum adına doğru rotaya sokmuştur. “Portakal suyu yanlış içilemez” lafını bizim parti çok sever. Boğaziçililer portakal suyunu bir kez içtiler, vitamini almanın yanlışı doğrusu artık olmayacaktır.