Savaş gerçekten ‘’ha’’ deyince başlayabilir. Fakat siz bitmesini istiyorsunuz diye bir anda bitmez. Sonuçlanana kadar hesaplama yapmakla geçen bir süreçtir ve siz de bir savaşa giriyorsanız girdiğiniz savaş alanını ve kendi durumunuzu dikkatlice hesaplamış olarak girmek zorundasınızdır. Oraya girdiğinizde altınızda toprak, elinizde silah, bazı dostlar ve her taraftaki düşmanlara karşı sürekli olarak hazırlık yapmak zorundasınızdır. Aslında göğüs göğüse çarpışmak savaşın yalnızca bir kısmıdır, savaşın kendisi tüm bu çarpışmaların koşullarının hazırlandığı karmaşık politik ve teknik süreçler yığınıdır.
Savaş olgusunun bu hiçbir zaman değişmeyen çerçevesi içerisinde yaklaşık bir haftayı geride bırakan, başladığından beri kendini bölgede bombardıman ve çatışmalarla, ülkenin batısında da gözaltılar ve tutuklamalarla, batı dünyasında da endişe ve kaygılar üzerine aciliyetle yapılan açıklamalarla gösteren Afrin Harekatı’na bir göz atalım.
Cumhurbaşkanı’nın ve diğer hükümet yetkililerinin açıklamalarına bakılırsa, bu harekat Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmak ve Suriye’deki savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan mültecileri vatanlarına geri döndürme amacı taşıyor. Yani plana göre TSK, Afrin’de operasyonu bitirdikten, terörist olarak değerlendirdiği YPG güçlerini yenilgiye uğrattıktan sonra bu bölgeleri Suriye hükümetine teslim etmek durumunda. Rusya’nın izni ile başlattığı bu operasyon farklı bir biçimde sonuçlandırılmaya çalışılırsa, AKP hükümetinin istemediği sorunlarla karşılaşması kuvvetle muhtemel.
Baştan operasyonun kendisinin, sorunlarla dolu olduğunu söyleyebiliriz. Suriye’nin toprak bütünlüğü için, Suriye hükümetine arka çıkan Rusya’nın izni dahilinde, savaşın başından beri Suriye hükümetine karşı savaşmış olan çeşitli radikal islamcı örgütlerin oluşturduğu bir çatı örgüt olan ÖSO ile bu tip bir ''toprak bütünlüğü'' yahut ''zeytin dalı'' harekatına kalkışmak ne kadar gerçekçi ve inandırıcı olabilir? Kara gücünün temelini daha önceden çok defa hem Kürt güçlerine hem de Suriye ordusuna yenilmiş bu örgüte vermek böylesi ciddi ve tantanalı bir operasyonda ne kadar doğru bir karardır? ÖSO’nun kaybolan meşruiyeti yalnızca Türkiye ile birlikte bir operasyona katıldığı için tekrardan sağlanabilecek midir? Türkiye toplumu çürük ÖSO militanlarından sonra TSK'nın verebileceği kayıpları ekonomik ve de psikolojik olarak sindirebilecek durumda olacak mıdır?
Çeşitli islamcı örgütlerin ‘’kılıf’’ olarak kullandıkları ÖSO ismi, aslında politik bütünlüğü olan bir teşkilatı temsil etmiyor. Suriye iç savaşında farklı örgütlerin, grupların veya çetelerin ÖSO adını kullandığı defalarca görüldü. Bu adın altında savaşan yapılar çok kez yenildi ve ne kadar çürük yapılar oldukları dünya çapında kabul edildi. Öyle ki, ayaklanmanın başından itibaren vekaleti ÖSO’ya vermiş olan ABD, YPG’nin Kobani direnişi sonrasında Suriye’de YPG\PYD aracılığıyla hareket etmeye karar verdi. Bu açıdan ÖSO unsurlarını hem askeri hem de politik anlamda ‘’çürük’’ olarak değerlendirebiliriz.
ÖSO’yu oluşturan gruplar, cihatçı ideolojiyi benimsiyor olsalar da, ne IŞİD gibi bir İslam Devleti tesis edip yürütebilecek, ne askeri açıdan YPG veya Suriye ordusu kadar kuvvetli ve ne de birbirleri arasında politik bütünlüğü olan yapılar. İçinde Türkiye tarafından silahlandırılan Türkmenlerden selefi cihatçılara, paralı asker denebilecek yapılara kadar farklı çeşitlilikte özne mevcut. SDG’nin de bir çatı örgüt olduğu doğrudur, fakat savaştaki politikası her zaman içindeki en baskın özne olan Kürt güçlerinin, PYD\YPG’nin çizdiği doğrultuda oldu. SDG’ye bağlı güçler, savaş alanında defalarca başarı sağladı ve hatırı sayılır miktarda tecrübe biriktirdi. Karşılarındaki belli belirsiz gruplardan oluşmuş bir çatı örgüte karşı askeri olarak avantaj sahibiler.
ÖSO, doğrudan Suriye hükümetine karşı silahlı olarak çatışan örgütlerin yer aldığı bir yapı. Suriye hükümetinin ‘’terörist’’ olarak nitelediği ve bir ‘’beka meselesi’’ olarak gördüğü bir sorun. Ayrıca Kürtlerin operasyonel ve politik başarılarıyla birlikte, dünya kamuoyunda da meşruiyetini yitirmiş, belirli bir politik hedefi olmayan bir yapı. Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak gibi şövalyece bir amacın taşıyıcılığını TSK ile paylaşmak için eli çok kirli.
Kabul, bir çatlağı görmek ve oradan savaş alanına girebilmek ve rol oynamaya başlamak bir başarıdır. Bu hamle ile Saray rejiminin iç siyasetteki muhalefeti de büyük ölçüde erittiğinin ve seçimlere giden yolda güçlü bir el kazandığını da teslim etmek gerekir. Eğer çokça konuşulduğu şekliyle bir erken seçim önümüze gelirse, gerçekten de işler bizim için pek de iyiye gitmez gibi görünüyor.
Fakat bu anlattığım yere kadar, operasyon pek de Savaş Sanatı’na uygun biçimde tasarlanmış görünmüyor.
Operasyon başladığı andan itibaren ülke içinde büyük yankı uyandırdı. Daha birkaç gün öncesine kadar iktidara sövüp sayanlar, ‘’iktidar ve muhalefet ayrımının ortadan kalktığı’’nı ilan ederek politika üretmekteki acziyetlerini ortaya koydular. Her yerden operasyona destek açıklamaları geldi, gazetelerin manşetlerini savaş uçakları, tanklar, piyadeler ve ÖSO militanları doldurdu. Haber bültenlerinde girilen ‘’terörist inleri’’ni izledik ve her akşam yayınlanan tartışma programlarında konuşulan tek konu da Afrin Harekatı idi. Adeta ülkedeki bütün diğer konular, bütün ciddiyetleri ile rafa kaldırıldı ve savaş konusu konuşulmaya başlandı. Bütün diğer meseleleri es geçtik, ortak ‘’düşmana’’ karşı nasıl daha yıkıcı olabileceğimizin taktik değerlendirmelerini yapmaya başladık.
Ama bir savaş motivasyonuyla harekete geçen bir toplum bunun sonuçlarını bekleyecektir ve kazanamadığınız her zafer bir problem haline gelmeye başlayabilir. Zira savaş masraflı iştir ve cepten ödenmez, her gün çalışmak ve üretmek zorunda olan insanların maaşlarından kesilen vergilerle, ürünlere getirilen çeşitli zamlarla finanse edilir. Malesef ki toplumlar hoşlanmadıkları bazı diğer toplumların yıkıma uğramaları için birçok fedakarlığa ikna edilebilir.
Fakat cephede sürekli çocukları ölen ve akabinde hiçbir karşılık getirmeyen bir savaş, acaba, sürekli fedakarlık yapmak zorunda bırakılan emekçi halkın aklına ödediği yüksek faturaları, fazladan döktüğü alın terini, vatanın çıkarları için katlanmaya çalıştığı zorlu hayat koşullarını getirmeyecek midir? Bundan tabii, emin olamayız, fakat göz önünde de bulundurmak zorundayız.
***
ÖSO’nun dışında bir de elbette, TSK da operasyona katıldı. Kara Kuvvetlerinin ağırlığı ÖSO güçlerine bırakılmış durumda ve anlaşılabileceği üzere Türkiye, mümkün olan en az kayıpla operasyonu sürdürmek istiyor. Kayda geçen kayıpların çoğunluğu ÖSO militanları olmakla birlikte resmi olarak açıklanan 3 asker de yaşamını yitirdi. Bunun sebebini yukarıda bir miktar açıklamaya çalıştım, El Bab’da yaşamını yitiren 72 asker, pek yansıtılmasa da, toplumumuzda derin bir huzursuzluk yaratmıştı. Sorunlu başlanan bu operasyonda da öncü gücün ÖSO’ya verilmesi, asker kayıplarıyla birlikte ülke içindeki huzursuzluğu da minimumda tutma ve elde edilen siyasal kozların korunması amacını taşıyor.
Fakat savaş gücü açısından ÖSO, daha tecrübeli ve ulusal motivasyona sahip YPG güçlerine karşı ne derece etkili olabilir, orası belli değil. Ayrıca son kertede Afrin Kantonu, Suriye hükümeti güçlerini de kenti savunmaları için çağrı yaptı. Henüz hükümetten bu çağrıyı kabul ettiklerine dair bir işaret gelmiş değil, fakat önümüzdeki günlerde ne olacağı belli olmayabilir. Ki, operasyona izin verilmesinin sebeplerinden biri hükümet ve SDG’nin Afrin’in de içinde olduğu bazı bölgeler üzerinde anlaşma sağlayamamasıydı. İlerleyen safhalarda SDG’nin Suriye hükümeti ile, dolayısıyla Rusya ile bir anlaşmaya varması, Türkiye’yi girdiği yerde, karşılaşacağı kimseyle çatışamayacak biçimde yalnız bırakabilir.
Aslında zaten, yalnızdır da. Türkiye'nin Ortadoğu’da kendi çıkarlarına dayalı olarak edindiği bir müttefiki yok. Suriye’nin içinde hareket edebiliyorsa, Rusya’nın politikalarına göre hareket edebiliyor. Bir yere girebiliyorsa, Fırat Kalkanı’nda olduğu gibi, Rusya’nın ve ABD’nin izinleri ve koydukları şerhler doğrultusunda girebiliyor. Ne Suriye’de vekalet üstlenebilecek meşru bir güç, (Suriye hükümeti Türkiye’yi ‘’işgalci’’ olarak tanımlıyor) ne de kendi niyetlerini orada hayata geçirebilecek, bir oyun kurabilecek bir aktör. Türkiye’nin orada kendi iradesi dışında, kendi korkularına dayalı olarak, kullanıldığını söylemek yanlış olmaz. Bir oyun bozan olmak da bir şeydir, fakat savaş veya politika gibi etkinlikler oyun kurucuların belirlemeye çalıştığı koşullar ve sonuçlandırdığı olaylar vasıtasıyla şekillenir. Oyun bozuculuğu bir kimlik olarak benimsemek ise stratejik olarak sonu kesinlikle büyük hatalarla bitecek bir durum. Türkiye'nin Ortadoğu siyaseti tamamıyla böyledir ve bu yaklaşımdan çıkıldığına dair de hiçbir emare göstermemektedir.
Türkiye’nin Suriye’de yaşayacağı herhangi bir felaket senaryosu büyük bir hızla iç siyasette de kendini gösterecektir. Tıpkı sınırdan yapılan sevkiyat görüntülerinin toplumda yarattığı büyük milliyetçi hezeyanlar gibi. Bir anda yasaklanan grevler, engellenen toplantılar, çalınan oylar, yükselen fiyatlar, asla yükselmeyen ücretler ve geleceksizlik korkusu kitlesel bir biçimde hatırlanabilir. Bunların akla gelmesinin ihtimali bile, bizi önümüzdeki süreçlere hazır olmaya teşvik etmelidir.
Elbette ki yok yere umut bağlamaya lüksümüz yok ve içinde bulunduğumuz koşulların ne kadar dezavantajlı ve zorlu olduğunun farkında olmalıyız. Evet, milliyetçilik ülkemiz için çok korkunç bir gerçeklik ve muhalefetin bütün yollarını tıkayıcı özelliğe sahip. Şu anda da olduğu gibi; barıştan bahseden veya operasyon hakkında farklı bazı fikirler sunan kişiler derhal susturulmaya çalışılıyor. Toplumda da malesef barışı özlemek şöyle dursun, savaşa girdiğimiz (girebildiğimiz?) için adeta bir coşku, bir mutluluk havası esiyor.
Fakat yok yere umut bağlamak ne kadar lüks ise, umutsuzluk da bir çeşit lükstür ve bizim toplumumuz da her toplum gibi ezenler ve ezilenler arasındaki çatışmadan ibarettir. Bunu unutacak ve karalar bağlayacaksak ölelim daha iyi. Ülkemiz siyasetinin en hassas konusu milliyetçilik ve daha önceden de bir yoldaşın söylediği gibi bizde ''korkunç bir paket''. Beraberinde her türlü kötülüğü ve muhalefet için bütün zorlukları da getiriyor. Ama yine de, kırıntı düzeyinde bile kalsa mevcut muhalefet özneleriyle bir araya gelinebilecek, bir arada hareket edilebilecek zeminleri inşa etmeye ve sürdürmeye odaklanmak gerekir.
Acı ama, ülkemiz siyaseti içerisindeki mevcut muhalif yapılarla bir arada hareket etmeyi ve seçimlere yönelik bir rota belirlemeyi başaramazsak Türkiye koşulları içerisinde kurumsallaşmış bir faşizmin neye benzediğini görme ihtimalimiz çok yüksek.