Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) başını çektiği Batı ittifakı ile, Rusya ve Çin’in öne çıktığı “diğer” süper güçler arasında, son yıllarda çok daha net biçimde açığa çıkan bir rekabet var. Bu durum pek çok araştırmacı ve yazar tarafından dünyadaki kapitalist ve sosyalist bloklar arasında yaşanmış olan Soğuk Savaş’a benzetiliyor. Bugünkü küresel rekabetin içinde belirleyici konumda yer alan aktörler, Soğuk Savaş zamanında da benzer konumlardaydılar. O dönemlere yapılan atıflarda bunun, pek tabii de tek bir emperyalist süper gücün baskısı altında yaşamaya alışmış düşünce biçiminin etkisi büyük.
Fakat tarih tekerrürden ibaret değildir. Şu anki küresel rekabet de aslında iki uzlaşmaz ideoloji arasındaki bir Soğuk Savaş ile farklılıklar göstermektedir.
Bu rekabet hangi alanlarda kendini göstermektedir? Ne biçimlerde meydana gelmektedir? Soğuk Savaş değilse şu an olanlar nedir? Sonuçları ne olabilir? Bu yazıda bunlara ve bunlara benzer sorulara yanıt aramaya çalışacağız.
Dünyada, iki farklı medeniyet arasında büyük bir mücadelenin olduğuna veya her an bir nükleer savaşın baş gösterebileceğine dair bir atmosfer olduğunu söylemek doğru olmaz. En güncelden başlarsak; Trump yönetiminin yeni yayınladığı ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde Rusya ve Çin’in en önemli rakipler oldukları ve ABD’nin tüm dünya için uygun gördüğü ekonomi politikalarına tehdit oluşturdukları (metinde bu “revizyonizm” kelimesi ile ifade ediliyor) ifade ediliyor. Bu güvenlik stratejisinin de çikolata imalatçıları tarafından yazılmadığı gerçeğine dayanırsak; gerek Rusya, gerek Çin hem siyasal hem de ekonomik nüfuz alanlarını ABD’nin (emperyalizmin değil) çıkarlarına ters düşecek şekilde genişletti.
Ortadoğu’da 7 yıl süren ve bugünlerde sona yaklaşan Suriye İç Savaşı, bölgenin politik durumunu, özellikle ABD ve Rusya açısından belirleyici bir biçimde değiştirdi. Rusya’nın Suriye İç Savaşı’na girmesi, ABD’nin bölgede yarattığı belirsizliğe büyük bir alternatif oldu. Ortadoğu toplumlarının hafızalarında artık yalnızca işgal eden ve geride yalnızca yıkım bırakan ABD yok. Bir de savaşları çözüme ulaştırmak için hatırı sayılır bir çaba sergileyen ve ABD’ye görece kendini çok daha meşru bir zemine (İslamcı teröre karşı savaş) oturtabilen Rusya var. ABD’nin bu savaştaki pozisyonu Rusya’ya nazaran pek de sağlıklı olmadı ve hem Ortadoğu’da hem de iç politikada büyük zarara uğradı.
Ortaya çıkan yeni rakipler karşısında gerileyen ABD, neo-liberal politikalarının iflasını, pek de başarılı olmayan bir iş adamı olan Donald Trump’ın, Amerikan alt sınıflarını peşinden sürükleyip iktidar olmasında görecektir. ABD dış politikası Trump iktidarında inanılmaz büyük değişiklikler göstermedi, müdahaleci yapısını korudu. Fakat artık ABD girdiği her yerden “alnının akıyla” çıkamaz. Çünkü sahne boş değil ve tüm kuralları Amerikan başkanları belirlemiyor. Artık emperyalistler farklı alanlarda birbirleriyle mücadele edecekler ve bunların hepsi, emperyalist medya aygıtları tarafından ayrı ayrı yorumlanarak karşımıza konulabilecek.
Bir diğer emperyalist merkez olan Avrupa Birliği (AB) de neo-liberalizmin çöküşünü görecektir. Mükemmel bir ütopya olarak bize sunulan Avrupa’nın artık eskisi kadar mükemmel görünmediğini artık herkes rahatlıkla söyleyebilir. Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinde son zamanlarda yaşananlara bakıldığında, Avrupa’nın karşılaşması muhtemel olan sorunlar hakkında herkes genel bir fikir edinebilir. Birleşik Krallık bir yıl kadar önce Avrupa Birliği’nden ayrılmayı oyladı ve emekçi sınıflar bu kararın alınmasında en etkili güç oldu. Brexit’in ardından benzer yaklaşımlara sahip milliyetçi akımlar Avrupa’daki tüm ülkelerde yükseliş gösterdi. Milliyetçiliğin Avrupa’da geldiği nokta geçtiğimiz yıl Katalan halkının bağımsızlık hakkının tüm Avrupa Birliği’nin gözü önünde İspanyol hükümeti tarafından çiğnenmesi ile daha berrak bir biçimde gördük.
Fakat bu yazıda Avrupa’ya yalnızca burada kısaca değinmekle kalacak, esas önceliği öne çıkan Çin, Rusya ve ABD arasında meydana gelen ekonomik ve politik mücadeleleri ele alacağız.
***
Tarihte geriye gitmek diye bir şey yoktur. Fakat sınırsız ticaret ve sınırsız yatırım dünyasının geride kaldığını görebiliriz. Bu çekişmeli politik atmosfer, kaçınılmaz olarak ekonomik dengeleri de bozacaktır ve görünüşe göre sınıf mücadeleleri önümüzdeki yüzyılda daha görünür hale gelebilecektir. Önümüzde emperyalizmin yeni bir dönemi uzanmaktadır ve komünizme ulaşma hedefi doğrultusunda dünya işçi sınıfının mücadelesini büyütmeyi düşünüyorsak yeni dengeleri anlamaya çalışmalı ve emperyalizmin aldığı yeni biçimin zayıf halkalarını bulmaya çalışmalıyız.
Dünya işçi sınıfının 1991 yılında yaşadığı büyük yenilgiden sonra, ABD sahneyi boş buldu. O günlerden beridir de “tek kutuplu dünya” ideolojisinin gerek ara ara nükseden bölgesel savaşlarda, gerek yıkıcı ekonomik krizlerde kendi kendini çürüttüğünü hep birlikte seyrediyoruz. Günümüzde ise, şu fikre alışmak şart: Artık bir tane emperyalizm yok. Piyasa düzeninde kendine alan açmaya çalışan yeni güçler var. Bir yere kaybolmayacaklar ve bundan sonra da dünyayı ve emperyalizmi çözümlerken bu gerçekliği dikkate alacağız.
Belki şu an üretim araçlarının sahipleri üretenlerin kendilerini sonsuza kadar yok edeceğinden henüz korkmuyor. Fakat emperyalizmin toplumsal çelişkileri çözmek bir yana bunları çok daha fazla arttırdığı, çok daha farklı şekillere büründürdüğü ve bir şeye muktedir ise ancak tüm insanlığı belirsizliğin paranoyasında yaşatmaya muktedir olduğunu kanlı canlı görüyoruz. Emperyalistlerin dünyası yüksek ateşten, tansiyondan titriyor; ara sıra hastalıkları geçse de fıtratı gereği bunların semptomları çeşitli yerlerde çeşitli şekillerde nüksediyor.
Fakat bünye hastalık geçirdikçe zayıflamaz. Aksine kuvvetlenir ve bağışıklık kazanır. Ölümcül veya az ölümcül çelişkilerin hala var olduğunu görmekle birlikte, tekelci sermaye düzeninin sadece dünya büyük burjuvazisi arasındaki çelişkiler yoluyla ortadan kalkabileceği yanılgısına kapılmamak elzemdir. Eğer bir canlı yaşamını yitirecekse bu ya oksijen alamadığı ya da kalbinin atmadığı bir durumda gerçekleşebilir.
Tekelci sermaye düzeninin kalbi, akciğerleri ve atardamarları üretim araçlarıdır. Öldürücü darbeyi vuracak olan da (evet, hala) tüm üretim araçlarına hakim olacak olan dünya işçi sınıfıdır.
Dünya işçi sınıfı, önümüzdeki yüz yılda, emperyalist güçler arasındaki çekişmelerden yararlanacaktır.
Medya savaşı
Rusya ile ABD arasında bir istihbarat savaşı olduğuna dair pek çok söylenti Amerikan basınında uzun süre geniş yer kapladı. Çeşitli (ve uzun) yazılara konu olan bu söylentilerde pek çok başlık vardı; Rus hackerların ABD kurumları çalışanlarının sosyal medya hesaplarına erişmesinden, Başkanlık seçimlerinde Kremlin destekli hackerların, troll’lerin müdahalesi olmasına kadar.
Bu söylentilerin pek çoğu yanlıştır kuşkusuz. Fakat kısmen doğru olabileceklerini de söylemek yanlış olmaz. Nitekim Kremlin’in finanse ettiği Russia Today (RT), Çin’in CNN’e alternatifi olan China Central Television (CCTV) gibi medya kuruluşları, “tek kutuplu” kitle iletişim aygıtları çağının sonunu getirdi. İngilizce, Arapça, İspanyolca yayınlar yapan bu devlet destekli medya kuruluşları, neredeyse dünyanın her yerinde pek çok insana ulaşıyor ve fonlandığı ülkelerin sesi oluyor. O yıllarda Amerika Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton, yaptığı bir açıklamada “ABD bir medya savaşı veriyor ve kaybediyor.” sözleriyle bu duruma işaret etmişti. RT, CCTV ve Al Jazeera gibi “yabancı” kuruluşların CNN ve BBC gibi eski medya devlerinin eline su dökmeye başladığını söylemişti.
Pek hazindir, RT de başkanlık seçimlerine giden süreçte Clinton’ın parkinson hastalığı olduğuna dair bir haber yapmış ve 11 Eylül 2016’da yaşadığı rahatsızlık da pek çok Amerikalı tarafından buna yorumlanmıştı. RT’nin o sıralarda Putin ile iyi ilişkiler geliştirmeye hevesli olan Donald Trump’ın kampanyasını destekler nitelikte haber yaptığı da sır değil.
Trump’ın Başkan seçilmesinin ardından “Rusya’nın seçimlere müdahalesi”, uzunca bir süre Amerikan medyasında önemli bir gündem başlığı olarak kaldı. Amerikan istihbaratı, konuya dair hazırladığı raporu hükümete sundu. Bunun üzerine; bu “söylentiler” 2017 Kasım ayında Amerikan hükümetinin, Kremlin’in fonladığı RT’nin Amerika şubesini “yabancı ajans” olarak tanımlamasıyla somutluk kazandı. Yani RT Amerika’da faaliyet gösterebilmek için finansal kaynaklarını hükümetle paylaşmak zorunda bırakıldı.
RT Amerika temsilcisi yaptığı açıklamada “Amerikan ifade özgürlüğüne ve ona inananlara” teşekkür etti. Aynı ifade özgürlüğünün kararlı (!) bir savunucusu olan Rusya hükümeti de bu harekete karşılık vererek aralarında CNN ve Voice of America gibi kuruluşların Rusya şubelerinin de yer aldığı dokuz medya kuruluşunu yabancı şirket olarak ilan etti.
Aslında çok ilginç bir tablo bu. Herkes büyük güçler arasındaki medya ve istihbarat savaşımının gerçek olduğunun farkında. Herkes hangi medya kuruluşunun hangi hükümetin sözcülüğünü yaptığının da farkında. Bu durumun açıkça ifade edilmesine engel olan tek şey, bu kuruluşların hukuki konumu idi. Yapılan son düzenlemelerle de bu aygıtların durumu iki rakip tarafından da değiştiriliyor.
Medya savaşı ve yumuşak güç gibi kavramlar aslında Soğuk Savaş döneminden çok da farklı değil. Sovyetler Birliği’nin de ABD’nin de o zamanlar birbirleri için tasarladıkları bu tip aygıtlar vardı; rakip ülkelerde yayınlar yaparak, kültürel/eğitimsel etkinlikler düzenleyerek iki farklı yaşam biçimi, başka bir topluma kendini anlatmaya çalışıyordu. Bugün ise propagandanın ana etmenleri farklı iki yaşam biçiminden çok, aynı masada bulunan farklı seçeneklerin, farklı piyasacı çıkarların ve politikaların kitlesel aktarımı.
Medya alanında Rusya ve ABD’nin öne çıkan bu mücadelesi, Soğuk Savaş benzetmelerinin en önemli sebeplerinden biri. Açıkçası bu gibi söylemlerin Rusya’nın işine geldiğini söyleyebiliriz; zira Putin çeşitli ülkelerden hem sol hem de sağ politik akımlardan destek almayı ve nüfuz alanını genişletmeyi istiyor. Bu akımların çoğunun ortak özelliği ise Amerikan karşıtı olmaları.
Soğuk Savaş söyleminin medyada sıklıkla yer alması, mevcut çelişkinin emperyalist dünya düzeni içerisinde farklı piyasacı taraflar arasında yer aldığının üzerini kısmen de olsa örtmeye, hadisenin kendisine “anti-emperyal” bir hava katmaya yarıyor.
Suriye iç savaşı ve Ortadoğu
Suriye İç Savaşı, ABD ve Rusya arasındaki rekabetin arenası oldu diyebiliriz. Burada savaşın detaylarına girmeyeceğiz fakat daha çok bu iki güç açısından ortaya çıkan sonuçlarını değerlendirmeye çalışacağız.
Beşşar Esad’ı devirmek ve yerine Amerikan ve İsrail politikalarıyla daha uyumlu bir hükümet getirmek isteyen ABD’nin hesapları pek tutmadı. Amaç kabaca; Ortadoğu’da Lübnan, İran ve Suriye’den oluşan Amerikan karşıtı “direniş hattı”nı kırmak ve Ortadoğu’daki baş düşman İran’ı köşeye sıkıştırmaktı. Fakat 2003 Irak işgali sonrasında ABD’ye karşı El Kaide’nin Irak kolu olarak savaşmış olan IŞİD’in, Suriye İç Savaşı sırasında güçlenmesi ve bir “devlet” olarak kendini ilan etmesi tüm gidişatı değiştirdi. İslami temalarla bezeli bu nihilist örgütün ne tür faaliyetlerde bulunduğunu burada teker teker yazmama gerek yok. Ki, en kuvvetli olduğu 2014’ten şimdilerde neredeyse toprağı kalmadığı bugüne kadar uyguladıkları akıl almayacak şiddeti tüm dünyaya yayınlamaktan hiç çekinmediler. Bu vesileyle de savaşın esas konusu “IŞİD’e ve terörizme karşı savaş” haline geldi.
Bölgede Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) yatırım yapmış olan ABD, beklediğini bu yapıdan alamadı. Zira çoğunluğu IŞİD’den çok da farklı olmayan islamcı gruplardan ve çetelerden meydana gelen bu “Ordu”, Suriye’de pek çok savaşan yapının zaman zaman kullandığı bir isim haline geldi. Rusya’nın savaşa aktif müdahalesiyle de ÖSO gittikçe bir komedi haline geldi. Bugünlerde ellerinde kalan tek önemli yer Türkiye sınırına çok yakın olan İdlib kenti.
Rusya ve ABD, IŞİD’e karşı savaşta adeta bir şövalyecilik yarışına soyundular ve her iki taraf da, IŞİD’le gerçekten mücadele edenin kendisi olduğunu söylüyordu. Bir tarafta vekaletini uzun süre belli belirsiz bir yapı olan ÖSO’ya, devrilmeyen Esad hükümetine karşı vermiş olan; aynı zamanda da IŞİD’e karşı en etkili güç olan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile çalışan ABD, bir tarafta da hem Suriye hükümetini destekleyen, İran’la ve SDG ile iş birliği yapan Rusya.
İslamcı örgütler ve diğerleri bir yana; rejimin bıraktığı Kuzey Suriye’de uzun yıllardır örgütlü biçimde var olan Kürt Hareketi, savaşın en önemli aktörlerinden biri haline geldi. IŞİD’e karşı savaşta çok büyük başarılar gösteren Kürtler; farklı ülkelerden pek çok insanı, kendileriyle birlikte gönüllü olarak savaşmaya teşvik etti. Kobane’deki direniş, dünya çapında IŞİD’e karşı mücadele adına bir umut haline geldi ve Kürtleri, Suriye’de göz ardı edilemez bir politik güç haline getirdi. Bununla da sınırlı kalmadı ve Suriye’nin geleceğine ilişkin, ABD’nin ve diğer batılı güçlerin daha önceden destekledikleri ÖSO’dan farklı olarak bir alternatif biçim sunarak Kuzey Suriye’deki muhalefeti ‘Suriye Demokratik Güçleri’ adı altında birleştirdi.
Sahada çok etkili bir güç olmaları elbette ABD için önemli bir fırsat yaratıyordu, zira ABD Kürtlerle daha önce Irak’ta da iş birliği yapmıştı. Fakat Suriye’deki Kürt siyasetinin daha önceden destekledikleri ÖSO’dan önemli bir farkı vardı: SDG, ABD’ye bağımlı değildi ve aynı zamanda Rusya ile de, yeri geldiğinde Suriye hükümeti ile de görüşüyor ve askeri operasyonlarda birlikte çalışıyordu. Aynı zamanda SDG konusu; son iki yılda ABD-Türkiye ve ABD-SDG ilişkilerinin gerilmesindeki en önemli nedenlerden biri. ABD hiçbir zaman “Suriye’nin Kuzeyi”nde bir özerk yapıyı destekleyebileceğini ifade etmedi, fakat Rusya neredeyse sahaya indiğinden beri Kürtlerin de görüşmelere katılmaları gerektiğini belirli aralıklarla ifade etti. Kürtler; IŞİD’e karşı savaşmak için Amerikan desteğine ihtiyaç duydu. Fakat ABD de Kürt siyasetine, Suriye’de etkin olmak için mecbur. Fakat görünüşe göre, çözüm yolu bu sefer ABD değil, Rusya tarafından açılıyor ve Türkiye’nin tüm itirazlarına karşılık Kürtlerin de çözüm sürecinde yer almasına çalışılıyor.
Tekrardan baktığımızda ABD Suriye’de ÖSO ile, yanlışlıkla öldürülen Suriye askerleri ile, İsrail ile ve de SDG ile anılıyor. Rusya ise hem şu an iktidarını koruyan ve Suriye halkı nezdinde meşruiyetini tekrar sağlayan Beşşar Esad hükümeti, İran, Lübnan, Kürtler ve de Türkiye ile birlikte anılıyor. Rusya, fırsatları değerlendirmeyi ABD’nin köhnemiş dış politika kurgucularından daha iyi bildiğini Suriye İç Savaşı’nda kanıtladı ve varlığı ile 20. yüzyıl boyu istikrarı hemen hemen devam eden politik dengeleri ve konumlanımları değiştirdi.
Önemli bir sonuç olarak da, ABD-İsrail-Suudi Arabistan çizgisinin Ortadoğu’daki baş düşmanı İran İslam Cumhuriyeti de Suriye İç Savaşı’ndan galibiyet ile çıkan bir güç oldu. Halifelik planları yapan ve büyük ölçüde başarısız olan Erdoğan’ın aksine İran, yaptığı hamleler ile nüfuzunu Rusya ile birlikte arttırdı ve Ortadoğu’da ciddiye alınır bir bölgesel güç haline geldi. Lübnan, Irak ve Yemen gibi ülkeler, İran’ın büyük etkisi altında ülkelere dönüştü. ABD’nin desteklediği Suudi Arabistan Krallığı, Arap Yarımadası’na çekilmek zorunda kaldı ve İsrail de Suriye’de önemli bir rol kazanamadı.
ABD elbette, Ortadoğu’da kaybettiği eli geri kazanmak için bazı girişimlerde bulundu. Vahabi Suudi Arabistan ideolojisi, IŞİD bedeninde tüm dünyaya bütün çıplaklığıyla teşhir ve rezil oldu. Bu çok önemli gelişmenin üzerine Suudi Veliahtı Muhammed Bin Selman, artık ılımlı islama geçeceklerini açıkladı ve Suudi Arabistan toplumsal yaşantısında bazı değişiklikler oldu; bunlara en belirgin örnek olarak kadınların araba kullanma haklarının tanınması verilebilir. Uzakta da olsa yenilen en gerici ideoloji, başka bir yerde başka bir kazanıma –öyle ya da böyle- vesile olmuş oldu.
Suudi Arabistan’da hükümet darbesi, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin Suudiler tarafından kaçırılıp istifaya zorlanması ve Lübnan’daki politik dengelerin bozulmaya çalışılması, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması ve bu yolla siyasal islamcılığın yeniden alevlendirilmeye çalışılması henüz sonuç vermiş çalışmalar değil. Rusya temkinli fakat sonuç alıcı. ABD’nin savaş siyasetinden ve toplumsal dayatmasından farklı olarak, bölgede kapitalist anlamda istikrarlı müttefikler aradığı ve Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan gibi ülkeleri dengelemek konusunda etkili olabildiği için. 2018’in ilk ayında ABD Ortadoğu’daki parsayı Rusya’ya kaptırdığını söylemek, kabaca, pek de yanlış olmaz.
Ekonomi
Çin Halk Cumhuriyeti, küresel sermayeye uyum gösterdi ve bu yüzyılın başlarından itibaren ABD’ye rakip çıkacak bir güç olarak anılmaya başlandı. O zaman İstanbul’daki kahvehanelerde bile az çok söylenen bu sözlerin artık bir gerçeklik kazanmaya başladığı söylenebilir. Çin artık ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi metninde potansiyel bir hasım olarak anılıyor. Bunun sebebi Çin’in ekonomisinde devlet müdahalesinin giderek artması ve devletin çıkarlarını merkeze alan bir piyasa ilişkisi kurması. Bu özelliği sayesindedir ki Çin, geçtiğimiz yıllardaki ekonomik krizlerden ekonomik istikrarını batılı ülkeler kadar kaybetmedi ve büyümesini sürdürdü.
2017 Ekim ayında Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) 19. Kongresi yapıldı. Genel Sekreterlik görevine tekrar seçilen Xi Jinping, kongredeki konuşmasında “Çin’e özgü sosyalizm” hedefi için tüm 21. Yüzyılı kapsayan detaylı bir büyüme planını partiye aktardı. Bu planda batılıları en çok rahatsız eden mefhum, zaten neo-liberal büyüme modeline her zaman uzak durmuş olan Çin’in, ekonomisinde devlet müdahalesini daha fazla arttıracak olması oldu. Yeni ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde ekonomiye ayrılan kısımda yazılan Çin’in “revizyonizm”i aşağı yukarı neo-liberal gelişime nazaran daha tutarlı olan bu kapitalist büyüme modelinin geliştirilerek 21. stratejisi olarak belirlenmesi idi.
ÇKP’nin “Çin’e özgü sosyalizm” ve Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan “komünizme ulaşmak” hedefine ne kadar ilerlediği bir tartışma konusu. Fakat Çin’deki devlet kapitalizminin dünyadaki krizlerden çok etkilenmeden büyümeye devam etmesi ve nüfuz alanlarını ABD’nin aksine savaşla değil barışçıl bir yolla –ABD ve AB’nin Afrika ve Asya’daki ihalelerini daha iyi tekliflerle ellerinden alarak- genişletmesi ABD başta olmak üzere batı emperyalistlerini büyük ölçüde tedirgin etmiş durumda.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde bu durum şu ifadelerle belirtiliyor:
“70 yıl boyunca ABD istikrarlı bir uluslararası gelişmenin, Amerikan prensiplerine uygun karşılıklı ilişkilerin, serbest ticaret ve serbest pazarlara dayalı bir ekonomik yönetimin bizim ulusal çıkarlarımıza hizmet ettiği fikrini benimsedi. (...)
Fakat bugün Amerikan refah ve güvenliğine, çok daha geniş bir stratejik bağlamda uygulanan bir ekonomik rekabet biçimiyle meydan okunuyor. Birleşik Devletler, bizim değerlerimizi taşımayan ülkelerin serbest ticaret ilişkilerini geliştirmesine, Birleşik Devletler’in çıkarlarına uygun olarak ekonomilerini piyasaya uyumlu hale getirmelerini umarak yardımcı oldu. Tecrübe gösteriyor ki bu ülkeler kendi ekonomi politiklerindeki önemli reformları gerçekleştirmeden, önemli ekonomik kurum ve kuruluşları tahrip etti. Serbest ticareti benimsediklerini kabul eden bu ülkeler, ancak kendi keyiflerine uygun bir biçimde kural ve anlaşmalara uydular.”
Telaffuzu: Biz ABD olarak ekonomik modelimizi ve üretim ilişkilerimizi dünyanın geri kalanına yeri geldiğinde kılıç yeri geldiğinde gül ile dayattık. Küresel ekonomik ilişkileri kendi çıkarlarımız ve yaklaşımlarımıza uygun hale getirip tek bir model haline getirdik. Bazıları (Çin vesaire) buna uyum sağladığını söyleyerek aslında buna çomak sokmaya yönelik girişimlerde bulundu. Biz de bundan dolayı ağzımız yandığı için ekonomik politikalarımızda reform yoluna gideceğiz.
ABD neo-liberal politikaları tüm dünyaya dayatmadan dolayı ettiği zarardan bahsediyor. Bunları ifade ediyor ve ekliyorlar:
“Birleşik Devletler bundan sonra ekonomik çatışmalara, hileye ve kural ihlallerine gözünü asla kapamayacaktır.”
Çin’in ekonomik bir tehdit olduğuna şu çıkarımla ulaşabiliriz: Neo-liberal ekonomik model, dünya çapında krizlere ve bunalımlara sebep olurken, Çin’in devlet kapitalizmi bunlardan etkilenmeyerek istikrarını korudu ve devletin hem ekonomik, hem politik, hem de askeri gelişimine katkıda bulundu. ABD’nin Ortadoğu’da ve dünyanın geri kalanında önayak olduğu savaşların faturaları kabarmakta ve ABD ekonomisi zarar etmekteyken, Çin ekonomik modelini dayatmayarak ve ABD’nin aksine diğer ülkeler ve toplumlarla barışçıl ilişkiler geliştirerek gelişim seyrini sürdürdü. Öyle ki, artık ciddi anlamda ABD’nin ekonomik ve politik varlığını tehdit eder halde oldu ve ABD hükümeti de sonunda bu gerçekliği resmi bir belgede teslim etmek zorunda kaldı.
Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin belirlediği yeni ekonomik düzenlemelerin de “Önce Amerika!” sloganına uygun olarak yapılacağı aktarılıyor. Ayrıca “ulusal ekonomi”, “ulusal refah” ve “ulusal çıkar” kavramları daha önceki metinlerde hiç kullanılmadığı kadar çok kullanılıyor.“Küreselleşen” tek kutuplu dünya yavaş yavaş geride kalıyor, ABD kadar fazla silahı olmasa da Çin, devlet merkezli bir kapitalist gelişim modelini neo-liberal dünyaya dayatıyor. Bundan sonrası, neo-liberal yol dışında gelişen ekonomiler ile gerileyen neo-liberal batı emperyalizmi arasındaki çelişkilerle dolu olacak gibi görünüyor.
***
Emperyalizm uzun zaman önce burjuva ideologlarının mide bulandırıcı bir neşe ile yazdıkları gibi; ekonomik ve toplumsal çelişkilerden azade değildi ve hiçbir zaman olmadı. Şu an karşımızdaki tabloda gördüğümüz üzere, genişlediği ve yayıldığı ölçüde, ayağını bastığı her yerde çelişkileri geriletmek bir yana arttırdı ve çok daha karmaşık bir hale getirdi. Önümüzdeki süreç, bu çelişkilerin artık bölgesel veya küçük çapta değil, dünya çapındaki büyük güçler arasında gün yüzüne çıktığı ve toplumsal mücadelelerin bu çelişkiler ekseninde ele alınması ve yönlendirilmesi gerektiği bir süreç olacaktır.
Birbirini ortadan kaldırmak isteyen farklı medeniyetlerin efsanevi savaşımı yerine bu rekabet, parıldayan miğferler takmış şövalyeler arasında “en erdemli bir biçimde” değil, en adi ve en kurnazca yöntemler kullanılarak gerçekleştirilecek. Dünya ABD ve batı merkezli bir emperyalist düzenin değil, dünyadaki çeşitli bölgelerde farklı emperyal niyetleri olan farklı aktörler arasındaki çıkar çatışmalarının sahne alacağı bir yere dönüşüyor.
Artık emperyalizmi hem yalnızca “dışsal bir olgu olmadığı” yönünde değil, “tek taraflı bir olgu olmadığı” yönünde de ciddi biçimde ele almak durumundayız. Kendi ülkelerimizdeki ezilen halkların, emekçi sınıfların mücadelesini bu eksen ve doğrultuda yönlendirmeye çabalamamız gerekiyor. Emperyalizm değişimden azade değilse, biz hiç değiliz ve değişen ekonomik şartlar altında uzun yıllar boyu atıl ve güçsüz kalan emekçi sınıfların mücadelesini güçlendirecek aygıtları ve yöntemleri geliştirmek durumundayız.
Artık “küreselleşen” dünyayı çözümleme dönemi sona erdi. Dönem, çelişkilerle dolu bir dünyada bir temel çelişki haline gelme dönemidir.