Son zamanda “Şimdi orada olmak vardı…” dedirten yer neresiydi diye sorsanız, hiç tereddütsüz 28 Nisan’daki Danıştay’ta İstanbul Sözleşmesi’ni savunma davası derim.
 
Türkiye’nin bir hukuk devleti olabileceğine dair umudun ayağa kalktığı o anlar, hiç şüphesiz tarihseldi. O salonu dolduran, binbir emekle duruşmaya hazırlanan tüm kadınlara teşekkürler ve tebrikler… Ankara’nın soğuk yüzlü, renksiz bir devlet binasını capcanlı bir mücadele arenasına çeviren, oraya yaşamı getiren kadınlara bütün bir ülkenin de teşekkür borcu var. Kadınlar, son yıllarda ülkenin en canlı toplumsal mücadelesini veriyor. O cansız salonlar, yıllardır süren yaşam hakkı mücadelesinden gelen nefes ile canlanıyor. Bu bir mecaz değil gerçek; Türkiye’de rejimin demokrasiden uzaklaşması ile kadın hak ve özgürlüklerine baskı ikili bir sistem gibi işledi. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde, bu adımın bir köşe taşı olacağı ve diğer anayasal hak ihlallerinin önünü açacağı boşa söylenmedi. Ardından gelen bütün gelişmeler bu öngörümüzü doğruladığı gibi, geldiğimiz noktada Danıştay davaları da tam bir anayasa aynası oldu.

Duruşma salonunda dile getirilen, çok yönlü hukuki ve politik kanıtların tümünü bu yazıda ele almak mümkün değil. Gerekli de değil; kanıt niteliğindeki bu konuşmalar sosyal medyada çokça paylaşıldı. Özellikle Eşitlik İçin Kadın Platformu (@esik_platform) çok sistemli bir bilgilendirmeyi yaptı, ellerine sağlık. Ayrıca kadınların sözü bitmiş de değil, her gün her saat şiddet gördüğümüz için her gün her saat söyleyecek sözümüz var. Ve daha önümüzde yeni davalarımız var. Kadınların kendini ifade edebilmek, kendi hayatına karar verebilmek için ölümü göze aldığı bu ülkede kendimizi ifade etmeye ve fikirlerimizi söylemeye ve mücadeleye devam edeceğiz.

Ancak İstanbul Sözleşmesi ile ilgili Danıştay’a açılan davaların birçok önemli yönü olmasına karşın, en derinde temel bir işlevi var: kadınlar bu ülkede rejime ayna tutuyor. Bu rejim kadınlar üzerinden kendini kurmayı deniyor ve geldiğimiz noktada bir bumerang gibi kadınlar da onun yüzünü tam olarak açığa çıkarıyor, bunu anlatmak istiyorum.

Bilindiği üzere Danıştay, uluslararası bir sözleşmeden cumhurbaşkanı kararnamesi ile imza çekilmesinin hukuka aykırı olduğu yönünde mütalaasını duruşmada tekrarladı. Görüşünü değiştirmemiş olması, kadınlar lehine beyanda bulunması, aslında olması gerekeni; evrensel hukukun gereğini yerine getiriyor olması olumluydu. Yazılı karar ise sonra açıklanacak.

Şimdi konu da burada düğümleniyor; Danıştay imza çekilmesi sürecine olması gerektiği gibi “iptal” kararı açıkladığında ne olacak?

Herhangi bir sözleşme değil,
-    TBMM’de tüm partilerin neredeyse oy birliği ile (o süreçte tek bir oy itiraz var) onaylanmış yani çok önemli bir toplumsal ortaklık barındıran bir sözleşmeden,
-    Temel hakları ile ilgili yani cumhurbaşkanına diğer bazı sözleşmelerin (spor ya da ekonomiyle ilgili) verdiği yetkiyi vermeyen bir sözleşmeden,
-    Her gün kadınların önlenebilir biçimde şiddet nedeniyle hayatını kaybettiği bir ülkede, kadınların yaşam hakkını ve şiddetten kurtulmasını sağlayacak bir sözleşmeden,
-    Adı “İstanbul” olan, ev sahipliği yaptığımız ve bu nedenle çekilmenin uluslararası hukukta görülmemiş bir skandal yarattığı bir sözleşmeden imza çekmeyi göze alanlar;
peki şimdi geldiğimiz noktada Danıştay cumhurbaşkanlığı kararına “iptal” dediğinde, onu da yok saymayı göze alabilecekler mi?

Eğer bunu göze alırlarsa anlamı, sözde bile olsa varlığı iddia edilen kuvvetler ayrılığını tümüyle ortadan kaldırdım demek olur.

 Yürütme, “ben artık yasamayım” deyip, bunu resmen ilan edebilecek mi?

O ihtiyaç duyulduğunda sarıldıkları “yargının bağımsızlığına” resmi olarak “yok hükmünde” denebilecek mi?

Ya da birileri çıkıp “Anayasa mahkemesi kapatılsın” denildiği gibi “Danıştay kapatılsın” diyebilecek mi?

Öte yandan eğer Danıştay “iptal” demez ise kuvvetler ayrılığı olmadığı yargı kanalıyla onaylanmış olacak. Yani bir anlamda Danıştay kendi kendini kapatacak…

Zor konu… Allah kimseyi kendi eliyle başına açtığı böyle açmazlara düşürmesin…

Bizim ise önümüzde elbette zor mücadeleler var; İstanbul Sözleşmesi’ni, şiddetsiz bir hayatı ve tüm toplum için eşitliği, özgürlüğü kazanana kadar sürecek olan mücadele. Ama içimiz rahat; kadınların mücadelesi bu süreci, meydanlarda da kazandı, karar ne olursa olsun Danıştay duruşmasında da kazandı. Bizim ellerimizde dünyanın en haklı ve tutarlı mücadelesi var; hakları olan bir kişi olarak hayatta kalma mücadelemiz.

Mutlaka biz kazanacağız.

*

Haklı ve tutarlı demişken hemen ekleyeyim; son günlerde göçmenler üzerinden yürütülen ırkçılığa, kimse bizim haklı ve tutarlı kadın mücadelemizi alet etmeye kalkmasın.

Bakın, İstanbul Sözleşmesi ve Danıştay davasının bir diğer iyi yönü, toplumsal temsil gücüydü; her kesimden kadın, farklılıkları ve çoğulculuğu ile oradaydı. Çünkü kadınların yaşam hakkında ortaklaşmıştık. Sonra ne oldu? Enflasyonun uçtuğu, emekçinin, emeklinin aldığı maaşının ertesi gün eridiği bugünlerde, bazılarına bütün sorunların acısını göçmenlerden çıkarmak kolay geldi. Bu kolaylığın bir adı var; ırkçılık. Bu ırkçılığa göçmen erkeklerin kadınlara şiddetini öne sürerek “feminist” süsü vermek de mümkün çağımızda. Bunun da bir adı var; “Femonasyonalizm”. Evet, sağ popülizmin yükseldiği bu çağda, bazı feministleri, bazı neoliberalleri, sağ milliyetçi partiler ile bir araya getirebilen bu tuhaf tutkal, Fransa’da Marine Le Pen’in ırkçılığının da ilham olduğu biçimde böyle adlandırılıyor. Femonasyonalizmde birbirine benzemeyen bu farklı tarafları birleştiren ise; çıkar yakınlaşması. Teorisyenler şöyle diyor; egemen ırka mensup olanlar kendini üstün görüyor ve kendisinden aşağıda gördüğü ırka mensup grubun eşit haklar mücadelesini ancak kendisi de belirli çıkarlar elde edebilecekse destekliyor, yani bir kâr-zarar hesabı yapıyorlar. Ve şiddet faili “göçmen erkek”, şiddet mağduru “göçmen kadın”  bu yolda çok kullanışlı bulunuyor. Sonuç çok açık;  kadın mücadelesini kendi çıkarlarına alet etmek istiyorlar.
 
Ama nafile. Bu topraklarda da, Fransa’da da, dünyanın dört bir yanında da, tutarlı, adaletli, eşitlik ve kardeşliği bütün halklar için savunan bir feminizm var.

Onları bekleyen uğursuz bir yalnızlık olacaktır…

Çünkü dünyanın bütün kadınları için geçerli olan “ enternasyonalizm” var. Ne güzel.