Önce kıyılara vuran balıklar vardı… Ölen balinaların midelerinden tonlarca plastik çıkıyor, insan gördüklerine inanamıyordu ama gerçekti.

Sonra ülkesinde hayatta kalamadığı için, ölümü göze alarak yollara çıkmak zorunda kalan göçmen kardeşlerimiz vurdu kıyılara. İçlerinden biri bebek Aylan Kürdi idi. Onun kıyıda yatan cansız bedeni, bu sistemin insanı insan gibi yaşatmakta ne kadar rezil olduğunun temsiliydi. Herkesin içi yandı, tıpkı günlerdir yanan ormanlara yandığı gibi…

Hayatta kalmak için ya canlıları öldürmesi, ya savaşlar çıkarması ya da bunlara ihtiyaç duymadığı iyi gününde bile emeğiyle geçinenleri canını çıkararak çalıştırıp sömüren bu sistemin; kapitalizmin yarattıklarına, sonra defalarca içler yanacaktı. Halen kurtulamadığımız pandeminin tam öncesinde Avustralya’da ormanlar yanarken, salgında can kayıpları rakamlara dönüşürken, bu kabusun arasında dünyada da Türkiye’de de aynı anda bir çok felaket beraber olurken… Çünkü buzullar eridiğinde iş orada kalmıyordu; hava sıcaklığı Sibirya gibi yerde 38 dereceyi, Kanada gibi yerde 50 dereceyi buluyordu.

Bu iklim değişikliği dediğimiz mefhum, iklim krizine dönüşeli çok olmuş, artık iklim felaketleri dönemine giriyorduk.

Yeni tipte mutant virüs oluşumunda dahi iklimin rolü vardı ve nitekim bu iki kriz birbirine çok benziyordu. Oluşumları, yayılmaları, bütün insanlığa ve canlılığa yarattıkları tehdit benzerdi çünkü ikisi de aynı kök sorundan; kapitalizmden kaynaklanıyordu. Denizler kirlenip bir anda müsilajla kaplanıyor, flamingolar ölüyor, ormanlar cayır cayır bir anda tutuşuyor ama ayrıca bu felaketlerin hiçbiri bir anda olmuyordu.

Şimdi orman yangınlarında faili tartışıyoruz. İki uç eğilim var; ya doğanın intikamı deyip bir anlamda insanı görevsizleştiriyoruz. Ya da bütün olup bitenin vebalini üstlenip suçlu hepimiziz diyoruz. İkisi de doğru değil, gerçek şu ki; insanın elbette rolü var ama asla hepimiz suçlu değiliz.  Ve bu alandaki sorumluluk kişisel olarak değerlendirilemez. Mevcut üretim sisteminde, üretim ve tüketimin toplumun gerçek ihtiyaçlarına göre değil şirketlerin kâr oranlarına ve rekabete dayalı belirlendiği bu sistemde, suçlular kendi azınlık yararları için çoğunluğa ve geldiğimiz noktada bütün gezegene savaş açanlar suçlu.

Öte yandan insanın rolü, yani işlenen suçlar tek yönlü değil; örneğin yangınlar için eline benzin alıp yakmak değil ki mesele. Ormanlar en ufak bir dokunuşla tutuşuyor, buna gerek bile yok. Çünkü küresel ısınma, uzun süren kuraklık ve üzerine binen sıcak hava dalgasıyla eğer nemli kalabilseydi kolayca alev almayacak ağaçlar bir anda alev alıyor. Şu anda Yunanistan’da da olduğu gibi… Ormancılar, ortamın bu kadar yangına elverişli hale gelmesini “orman yangınlarının yakıtı” olarak tanımlıyormuş. O yakıtı, karbon ayak izini ve sürekli artan ama bir küçük derece artışın bile çok büyük sonuçlar yarattığı küresel ısınmayı tek başına doğa yaratmıyor.

İnsan içinde yaşadığı kentler de dahil olmak üzere bütün doğal çevresiyle bir bütün ve yıllar boyunca her yönüyle, çok katmanda sayısız tahribat yaratıldı. İçinde olduğumuz jeopolitik çağa bu nedenle de Antroposen Çağı deniyor. Sanayi Devrimi’nden bu yana yani kapitalizm ile insanların çevre üzerindeki etkileri dünya yüzeyinde daha önce görülmemiş değişikliklere yol açıyor.
 
Peki bu antroposen, toplumsallığından ayrı düşünülebilir mi? Söz konusu olan hangi insanlar? 

Ekolojik yıkımın sorumlusu genel ve soyut bir insanlık değildir.

Sorumluyu şu anda orman yangınlarına tepkide de bir düzeyde olduğu gibi belirsiz bırakmak ve sadece “içimiz yanıyor” serzenişiyle yetinmek büyük bir hata. Artık hata yapma şansımız da yok, yolun; gezegenin sonuna geldik. Asıl fail olan sistem ve onda çıkarı olanlarla mücadele etmeden gezegenin kurtulması imkansız. Bu yüzden, o sömürüyle yaşayan azınlık dünyayı talan ederek elde ettiği imkanlarla Mars’ta yaşam arıyor şimdi. Gitseler hangi vicdan ile yaşayabilecekler orada o da ayrı bahis.

Sonuçta, sınırsız büyümeye ve doğal kaynakların giderek daha fazla sömürülmesine dayalı sistemden ayrı bir jeolojik çağ yok. Ama bu çağı gerçekten büyük insanlığın çağı yapmak mümkün.

Çaresiz de değiliz, umutsuz da değiliz. Ayrıca “Doğayı kendi haline bırakalımcı” da olmayalım. Slovaj Zizek’in tam da yangınlardan önce yazdığı yazıda söylediği gibi;  “Sonluluğumuzun ve faniliğimizin rahat alçakgönüllülüğüne kaçmak, bir seçenek değildir; bu, felakete giden yolda köprüden önceki yanlış bir çıkıştır” (https://dunyadanceviri.wordpress.com/2021/07/24/sosyalizme-son-cikis-slavoj-zizek/).

Evet onun da söylediği gibi, küresel ısınma ve diğer ekolojik tehditler, bizden çevremize kolektif müdahaleleri gerektiriyor. Mücadeleyi gerektiriyor; tıpkı hep örnek gösterilen kadın hareketinde olduğu gibi; üzülmek öfkelenmek yerine her gün devam eden örgütlü mücadele ile kurtulma imkanımız var.

*

Kadınların, hakları gasp edilen tüm yurttaşların, tüm canlıların mücadelesinin bir bütün olduğunu;  aynı gün gelen Azra Gülendam Haytaoğlu ve Emine Gökkız’ın acı haberleri ile de gördük maalesef. Bu mücadelelerin kaderi de bir; ormanların içinde sadece yangınlar değil, cansız bedenlerimiz var. Ve şu erkek şiddetinin seviyesine bir bakın; ormanlar yanarken oraya su taşımak yerine kadın cesetleri taşıyabilmelerine bir bakın ve anlayın kadınların ne yaşadığını…

Azra’nın ve Emine’nin yakınlarının ve hepimizin başı sağolsun. Kadınlar yaşasın diye mücadele eden bizim buna hakkımız var ama bizi yaşatacak olan İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekenlerin, başsağlığı dilemeye bile hakları yok.

Ve elbette, sadece kadınlar için değil, tüm toplumla beraber tüm toplum için ve doğa için mücadelemizden asla vazgeçmeyeceğiz. Biliyoruz; asla yalnız yürümeyeceğiz.