Trump, Başkan olduğunda ABD’nin askeri harcamalarını azaltacağını, Suriye’de Rusya ve Esad hükümetiyle birlikte çalışacağını ve bunlar gibi, daha önceki ABD politikalarına oldukça zıt uygulamaları hayata geçireceğini vaad etmişti. Bu vaatleri, Hillary Clinton’ın etkileyemediği mavi yakalı beyaz Amerikalıları etkilemiş ve ona başkanlığı kazandırmıştı.
Başkan Trump 18 Aralık’ta ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni yayınladı. Başkan’ın imzasını taşıyan metinden anlaşıldığı kadarıyla, ABD güvenlik politikasında, seçim zamanı anılan keskin değişimlerin yeni stratejiye yansımadığını söyleyebiliriz. Amerikan oligarşisinde hoşnutsuzluk yarattığı çok konuşulan, hatta belirli düzeyde açığa çıkan (ABD medyasında gündem olan, Rusya’nın ABD seçimlerine karıştığı üzerine ortaya atılan kuvvetli iddiaları hatırlayın) Donald Trump’ın bu sorunu billurlaşmış oldu.
Trump’ın vaat ettiği politikaları uygulayamayacak olması sebebiyle çok bunaldığını düşünmüyorum. En azından golf sahasında Suriye’yi bombalama emri verirken veya Suudi Arabistan Kralı ile kılıç dansı yaparken bunalmış görünmüyordu. Pek çok Amerikalının en gerici fikirlerine hitap eden, popülist diyebileceğimiz söylemlerle iktidara geldi. Elbette Putin’in de favori başkan adayıydı. Fakat ABD gibi bir yapıyı sadece pek çılgınca fikirlerle idare edemez ve emperyalist düzendeki belirleyici rolünü kendi fantezileriniz uyarınca düzenleyemezsiniz. Dolayısıyla sadece ağzı güzel laf yapan bir manyak olmanın kendisine sağlayabileceği politik gücün sonuna geldi. O metni paşa paşa yazdı, paşa paşa imzaladı.
İçeriğe gelelim. Özenle hazırlanmış uzun retorik cümleleri bir kenara bırakırsak, güvenlik stratejisi kısmında şu ülkelerin adı, ezeli rakip olarak anılıyor: Rusya ve Çin. Soğuk Savaş’ın bitmesi, emperyalizmin tek bir odakta bütünleşmesi ve dünyadaki çelişkileri azaltması anlamına gelmiyormuş demek ki. Belki henüz işçi sınıfının dünya düzenini alt edip komünizmi kurmasından korkmuyorlar fakat küresel emperyalizm de kendine has derin çelişkileri olan bir mefhum imiş. ABD’nin yeni politikalarını referans alarak buna da böyle tekrardan değinmiş olalım.
***
Yeni stratejiye göre Rusya ve Çin’i ABD’nin ezeli rakipleri haline getiren nedir? Dünyadaki ekonomilerin daha az serbest ve daha az adil olmasını amaçlamaları, askeri güçlerini modernize edip genişletmeleri ve tıpkı ABD’nin yaptığı gibi nüfuz alanlarını genişletmeye çalışmaları. Özellikle Çin’in devlet merkezli bir ekonomik düzeni geliştirmesinden duyulan endişe dile getiriliyor.
Rusya ABD’nin Soğuk Savaş diline benzer bir yanıt veriyor ve yeni stratejiyi “emperyal” olarak niteliyor. Sanki kendisinin Ortadoğu ve Kafkaslar’da emperyal olmayan politikaları varmış veya emperyal bir liderliğe aday değilmiş gibi. Fakat Putin Rusya’sı, Avrupa’da ve Ortadoğu’da hem “sol” çevrelerde hem de aşırı sağ partilerde ABD’ye zıt politikalar yürütmesi yönünden sempati kazanıyor. Soğuk Savaş terminolojisinin tekrardan kullanıma açılması onun için sorun değil gibi görünüyor. Sovyetler Birliği’nin mirasını da kendi popülist politikaları için kullanmaktan çekinmeyen Putin, Soğuk Savaş’ın mirasının da kaymağını sıyırma peşinde.
Çin, ABD’yi zamanı geçmiş ifadeleri kullanmamaya ve Çin’in stratejik hedeflerini çarpıtmamaya çağırdı. Çin’in ABD’deki büyükelçiliğinden yapılan açıklamada yeni ulusal güvenlik stratejisi “bencilce” olarak niteleniyor ve Çin ile hem ortaklık hem de bir ezeli rekabet ilişkisi kurmanın çok çelişkili ifadeler olduğu söyleniyor.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) de, “Kuzey Kore” adı altında, İran ile birlikte “Başıbozuk” devletler olarak yer alıyor. Bu iki ülkenin nükleer silah sahibi olması açısından ABD’nin ulusal güvenliğini tehdit ettiği vurgulanıyor. Suriye’de Beşar Esad hükümetinin kendi halkına zulmettiği ve buna kayıtsız kalınamayacağı da ifade ediliyor.
Bu şekilde, önümüzdeki yıllarda ABD’nin ne tür sorunları kimlerle yaşayacağı kısmen belli olmuş oluyor. Trump başlarken bunların hiçbirinin böyle olacağını söylememişti, fakat çoğumuz da hiçbir şeyin onun dediği gibi olacağından emin olamamıştık. Haklıymışız.
***
Trump ve Clinton’ın başkanlık yarışı döneminde kullandığımız “izolasyonist” kavramı epey geride kaldı gibi görünüyor. Dünya çapında olay olmuştu, kimileri dehşete düşmüş, kimileri çok sevinmiş, kimileri yine “fark etmez” demişti. Fark ederdi elbette ama, ABD’nin dış politikasını kökten değiştirebilmek için çok büyük bir fark etmesi lazım.
Bir yandan ABD’nin yeni stratejisini “nüfuz alanlarını arttırmak” olarak belirlemesinde o kadar da acayip bir şey yok. Son 10 yılın hezimetini kendi içine kapanarak çözümlemesi mümkün değil. Bu hezimetin ardından, onun boşa çıkartmak zorunda kaldığı alanları başka güçler doldurdu. Mevcut emperyalist güçler dengesinde ise kimsenin kendi odasında oturup kafasını dinlemeye vakti ve olanağı olamaz.
Hele ki uzun zamandır ekonomisinin temelini Ortadoğu gibi bölgelerde silah ticareti yapmaya oturtan bir devletin müdahaleci politikalardan geri kalması, özellikle de sahada dikkate alınır rakipler varsa, pek mümkün değil.
Suriye İç Savaşı bitime doğru yaklaşıyor fakat ne bölgede, ne de başka nüfuz alanlarında sular durulmuyor. Lübnan Başbakanı Suudiler tarafından istifaya zorlanıyor, Lübnan’da bir iç savaşın tohumu atılmaya çalışılıyor. Kudüs kararı ile siyasal islamın fitili yeniden ateşlenmeye çalışılıyor, Ukrayna’dan parsa kapma derdindeki Rusya’ya karşı ABD elinden Ukrayna’ya silah satılıyor vesaire. Bunlar tabii batı ve doğu emperyalistlerinin sadece keyifleri için yaptıkları işler değil. Daha önceki yazıda da “Emperyalistler oyun oynamıyor” demiştik. ABD yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi de bilgisayar oyunları için tasarlanan bir kullanma kılavuzu, bir “manual” değil.
Tüm olumsuzluklara rağmen yine de; her şeyiyle bizi gerçeğin çölünde ilerlemeye ve o minvalde düşünmeye zorlayan zamanlarda yaşadığımız için kendimizi şanslı hissetmeliyiz.
Zor sorulara yanıt aramadan, büyük sorunlardan dolayı kaygılanmadan ve çok ama çok sert gerçeklikler olmadan günümüz dünyasında yolumuzu bulmak epey zor olurdu.