İktidarın birçok kriz sürecinden aynı anda geçtiği ve AKP’ye verilen desteğin gittikçe eridiği herkesin malumu. İçeride ekonomik kriz başta olmak üzere sosyal ve siyasal sorunlara halkı ikna edebilecek çözümler bulunamıyor. Her hafta AKP kadrolarının kendilerine tanıdığı ayrıcalıkların, kayırmaların, yandaşlara sağladıkları rantların başka bir örneği gündem oluyor. İktidar bloku içindeki anlaşmazlıklar çeşitli ifşalarla gün yüzüne çıkıyor. ABD’de Trump’ın gidişi, Suriye’de Rusya’nın baskıyı arttırmaya başlaması gibi gelişmeler dış politikada iktidarın çok sevdiği boşlukları büyük oranda azaltıyor. İktidarın içinden geçtiği süreç, elbette muhalefetin tüm kesimlerini de hareketlendirdi. Bunun sonucunda sosyalistler arasında da birlikler, programlar ve seçimler tartışmaları başladı.
Sorun alanlarının çokluğuna rağmen iktidarın sıkışmasının asıl kaynağı bir türlü düze çıkarılamayan ekonomik gidişat. Ancak bu meselenin bu yönü yeterince konuşulup tartışılmıyor.
Neredeyse üç yıl önce ‘Üretenlerin Örgütlü Gücü Ekonomik Krizler Yaratan Gidişata El Koyacak’ demiştik. Ekonomik krizin yalnızca bir mağduriyet söyleminin kaynağı olamayacağını, emekçilerin siyasetini ve düzen siyasetinin çözümsüzlüğünü topluma anlatmak için büyük bir fırsat olduğunu açıklamıştık. O zaman etkilerini hissettirmeye başlayan ekonomik kriz süreci, bugüne geldiğimizde iktidarın meşruluğunun en önemli dayanağını, yani kitlesel seçmen desteğini eritiyor.
Burada diğer önemli bir tartışma da elbette ‘sermayenin iç savaşı’ olarak tartışılan bölüm. Son bir ayda ekonomik gidişatın hangi sermaye kesiminin çıkarlarına göre düzenleneceği ile ilgili düzenin içinde de bir tartışma başladı. Faiz oranları, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı gibi meseleler bu tartışmanın yansımaları. İktidar da bu tartışmanın bir tarafı. Ancak bu ekonomik düzenin tartışmaları yalnızca bu sınırlarda kalmak zorunda değil. Çatışmaların yalnızca sermaye sınıfı içinde kalması doğa kanunu değil. Emekçilerin çıkarları sermaye kesimlerinin çıkarlarının tam karşısında. Emekçilerin çıkarları sermayeden ayrı ise, bağımsız siyasetleri de örgütlenebilir ve örgütlenmelidir.
İktidarın ve düzenin yaşadığı krizler, emekçilerin siyasetini üretmek ve uygulamak için büyük imkanlar yaratıyor. Maalesef bu imkanlar sosyalistler tarafından yeterince kullanılamıyor. Demokrasi sorunları ilk sırada ele alınıyor, çeşitli kimlik sorunlarının gerekleri yerine getiriliyor ancak emekçilerin siyaseti ancak uzun bir listenin bir kalemi olarak sayılıyor. Genel olarak emekçilerin gündemleri artık katılaşıp bürokratikleşmiş sendikalara bırakılıyor. Emekçilerin siyasetinin bu şekilde dar tutulması, sermayenin iç savaşı diye tarif edilen bir süreçte çok yetersiz kalıyor.
Burada bir parantez içinde Selahattin Demirtaş’ın tespitini de anmalıyız. HDP dışında kalan, emekçilerin siyasetini yürütmek için çabalayan bir sol ile ne yapılacağını ifade etmesi ve bir ittifakın gerekliliği tespiti, olağan olarak yapılan genel değerlendirmelerin dışında bir görüş. Bu açıdan “ittifaklar” oluşturması beklenen yapıların “farklı olduklarını” ele alarak bir zemin önermek mevcut yaklaşımlarından ilerisinde.
Bu değerlendirmeden sonra önümüze gelen soru emekçilerin siyasetini üretip uygulamak isteyenlerin birlikte mücadelesi nasıl yürümeli oluyor. Bu noktada en sağlıklı yöntem çoğulculuk ilkesine uygun olarak, kimsenin kendi örgütsel varlığından vazgeçmek zorunda kalmayacağı bir zemin olabilir. Kimsenin kendi görüşünü geri plana atmak zorunda kalmayacağı, kimsenin kendi bayrağını saklamayacağı, emekçilerin siyasetini yükseltmek isteyen herkesin katılabileceği ve eşit haklara sahip olarak bir araya gelebileceği bir birlik, güncel durumun ihtiyaçlarını karşılayabilir. Böyle bir birlik elbette gelecek seçimleri de gündemine alacaktır ancak seçimlerle sınırlı kalması da düşünülemez.
Birleşik İşçi Zemini ile böyle bir bir birlik zemininin ilk adımlarını hep beraber attık. İşçi Emekçi Mitingi’nde de bu imza ile yürüdük. Önümüzdeki süreçte de bu değerlendirmelere göre yolumuzu çizmeyi sürdüreceğiz.