Koronavirüs yayılıyor işçiler çalışıyor. Hükümet ve patronlar neoliberal sistem işlesin de sonucu ne olursa olsun diye düşünüyor. Çok açık fikirliler doğrusu. İşçilerin sayısı zaten fazla. İşsizler de emekliler de çok. “Birazı ölse ne olur?” diye düşündüklerine eminim.
Çalışmaya zorlananlar hastalığa mahkum ediliyor. İşsiz olanlar ve bu süreçte işsiz kalanlar ise açlıkla baş başa bırakılıyor. İleri yaştakilerden zayıf olan ölsün, güçlü olan hayatta kalsın. İnsanlıkla bağı kalmamış olan kapitalizmin böylesi bir salgın krizinden çıkış reçetesi hastalık, ölüm ve açıktır.
Şimdilik salgının yayılma hızını durdurmanın ya da yavaşlatmanın tek yolu insanların birbiriyle temasını tamamen kesmektir. İşçiler ise fabrikalarda, atölyelerde, şantiyelerde ve iş yerlerinde, sağlıksız ve riskli koşullarda, dip dibe çalışmaya zorlanıyorlar.
İşçiler kaygılı. Birçok işçinin evinde yaşlısı, çocuğu, bakmakla yükümlü olduğu hastası var. Ayrıca işçilerde pek çok hastalık, başta akciğer hastalıkları meslek dolayısıyla kronikleşmiş vaziyette. Kapitalizm varlığını/karını sürdürmek için özellikle işçilerin sağlığını tehlikeye atarak üretmeye, biriktirmeye devam etmek istiyor. Halkın sağlığı kimin umurunda?
İşçilerin sağlıklarını tehdit eden durum karşısında çalışmaktan kaçınma hakları vardır. Elbette bu haklarını patronların düzeninde yalnızca birleşebildiklerinde, örgütlenebildiklerinde kullanabiliyorlar.
Sendikalar tam bunun için var. Sendikaların ne işe yaradıklarını göreceğimiz gün bugün işte. Peki nerede bu sendikalar, nerede bu sendikacılar?
TİS görüşmeleri askıya alındı. Koca işsizlik fonu hala patronların hizmetinde. En temel sendikal haklar ortadan kalkıyor. İşçiler salgını çoğaltmak pahasına toplu alanlara sürülüyor. Kitlesel olarak işsiz kalıyor. Bu ay ücretli izin kullanan işçilerin gelecek ay ne yapacakları belirsiz.
Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay “lütfen işçi çıkarmayın” diyerek ilk açıklamayı yapmıştı. Ardından DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu da hükümeti uyarmıştı gerekli önlemlerin alınması için 48 saat veriyoruz diye. Üzerinden neredeyse 140 saat geçti. Sahi ne oldu 48 saate?
Bu kadar ciddi boyutlara ulaşmış bir salgın belasıyla baş etmeye çalışırken işçilerin sendikalar tarafından yalnız bırakılması işçi sınıfı adına çok acı. İşten atılma pahasına örgütlen, yıllarca aidat öde, sendika ağalarının, bürokratlarının geçimini sağla ama başın sıkışınca sendikaları yanında göreme.
Sendikacılar da rica minnet işçileri savunuyor sözüm ona. Sendikacılar, sadece mevzuattan bahsederek “tarihe not düşme” görevlerini layıkıyla yerine getiriyor. Tarihe not düştüm deyip tarih yazdığını sanmak ne güzel dünya gerçekten.
Tarihe not düşmek bürokratların işidir. İşçi örgütlerinin görevi tarihe yön vermektir.
Türkiye’de sendikacılığın içine düştüğü sarmaldır bu. Bizim sendikacılar lütufla ricayla işçilere önderlik edebileceklerini sanıyorlar. Oysa tek düşündükleri çok değerli koltukları.
Ancak koşullar artık değişiyor. İşçiler kendi çabalarıyla, küçük de olsa birlikleriyle yaşamları için direnmeye çalışıyor. Girişimlerde bulunuyor. Bir düzeyde kendiliğinden bir kalkışma içine girişiyor.
Bu süreçte buradan hareketle sendikacıların durumlarını kavramış olan işçiler sendikalarını ellerine almalılar. Dostlar alışverişte görsün sendikacılığı iflas etti. İşçi sınıfı yaşamı için kaderlerini kendi ellerine almak zorunda.
Tarihe not düşmekle meşgul olan siz bürokratlar, siz ağalar! Tarih, işçi sınıfı ölümle burun buruna çalışmak zorunda kalırken ya da açlığa mahkum edilirken sizi hiçbir şey yapmayanlar olarak yazacak ve bugün yalnız bıraktığınız işçiler, yani kapitalizmin mezar kazıcıları, önce sizi gömecek, yanınıza da kapitalizmi.