İnsanlığın salgın hastalıklarla mücadelesi antik şehirlerin kuruluşundan bu yana sürüyor. Tifo, sıtma ve tüberküloz gibi birçok hastalık binlerce yıldır peşimizde. Bu tür hastalıklarla mücadelede son yüzyılda büyük ilerleme kaydetmiş ve birçok hastalığı büyük oranda tarihe gömmüş olsak bile koronavirüs salgını, bu savaşta kesin zaferimizin yakında gerçekleşmeyeceğini anlatıyor.
Bunun en temel nedeni, düşmanımızın da insanlığın öğrenerek mücadele yöntemlerini değiştirmesine benzer şekilde kendi yöntemlerini, yani yayılma, çoğalma ve zarar verme yöntemlerini değiştiriyor olmasıdır. Salgın hastalıklara karşı yapılan en kesin mücadele, bir anlamda onların evrimini anlama mücadelesidir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl bize bunun araçlarını bahşetmiştir. Buna ek olarak insanlık tarihinin de salgınlarla mücadele konusunda bazen başarılı, çoğu zaman başarısız birçok deneyimi vardır.
Salgından önce
Salgın hastalıklarla olan mücadele; sadece koronavirüs, herhangi bir grip türü veya herhangi yeni bir hastalık ortaya çıktığı anda başlayıp birkaç ay devam eden bir durum değildir. Tüm dünyada kamu sağlığıyla ilgili olarak tanı, tedavi istatistikleri tutulmakta, sürekli olarak aşılar, ilaçlar geliştirilmekte, önleyici tedbirler uygulanmaya çalışılmaktadır. Tüm bunlara ek olarak gıdalar kontrol edilmekte, hayvanlar ve bitkiler üzerinde tetkikler yapılmakta, kentlerde kanalizasyon ve su sistemleri kurulmaktadır. Tüm bunlar salgın hastalıklara karşı mücadelenin bir parçasıdır. Yani ideal anlamda.
Tartışılması gereken konu bu sayılanların ne düzeyde yapıldığı; yani organizasyonun ve kaynaklarının yeterli olup olmadığıdır. Ne yazık ki neoliberalizmin saldırısı altında, bu mücadeleyi verecek kurumların imkanları saydığımız her cephede tırpanlanmıştır. Koronavirüs gibi salgın hastalıklara karşı ilk zayıflığımız işte budur. Kontrolsüz şekilde büyümüş şehirler, göreceli bir şekilde sağladığımız sağlık hizmetleri, serbest piyasanın dalgalanmalarına kalmış ilaçlar, maskeler ve aşılar…
Bu dönemi en çok anlatan şey Goldman Sachs yatırım şirketinin 2018 yılında hazırladığı raporudur. Raporda gen tedavileriyle ilgili “Hastalıkları tedavi etmek sürdürülebilir bir iş modeli mi?” sorusu soruluyor ve hastalıkların tedavi oranları yüksek olduğunda gelirlerin düştüğünden bahsediliyordu (1). Bu soruya cevabı biz verebiliriz, “Hayır, değil. Hastalıklar yenilmesi ve insanların daha sağlıklı yaşamlara kavuşması demek, ilaç şirketleri için kazanılacak daha az para demektir”.
Koronavirüs özelinde, yine aynı aileden virüslerin sebep olduğu SARS ve MERS salgınlarından sonra bu virüs ailesine yönelik çalışmaların başlatıldığını ama kaynak yetersizliği nedeniyle sonuca ulaşmadığını vurgulayabiliriz.
Salgın sırasında
Peki bir kere bu salgınlar ortaya çıktıktan sonra? Koronavirüsün yayıldığı sırada dünya çapında kamuoyunda en çok hissedilen şey devletlerin hastalığa karşı çalışmalarından şüphe duymak oldu. Bu şüpheyi, en uç noktada, virüsün bir tür biyolojik savaş aracı olduğunu veya hastalık ve ölüm oranlarının gizlendiğini düşünmekle; daha hafif şekillerde testlerin yeterince yapılmadığını veya gereken yerlerde karantina uygulanmadığını düşünmeye kadar geniş bir yelpazede tanımlayabiliriz. Elbette saydığımız tüm ihtimaller az ya da çok olasıdır.
Ama tek bir şeyin evrensel olduğunu gördük; devletlerin insanların hayatlarıyla ilgili verdiği kararlara olan güvensizlik. İşte bu güvensizlikte yanlış olan hiçbir şey yok, insanların kendi deneyimleri devletlerin onların hayatlarını ne kadar kolay harcayabildiğini öğretmiş durumda. Çin, hastalığı ilk ortaya çıkaran doktoru susturmuş, İran salgına yakalananların sayısını bir süre gizlemiş, İtalya gerekli önlemleri almamış olabilir. Türkiye’de vaka görülmemesinin asıl sebebi büyük ihtimalle yeterince testin yapılmamasıdır, dünyanın öbür tarafında Trump beceriksiz görünmemek için her şeyin kontrol altında olduğunu tekrarlamaktadır. Devletler de serbest piyasanın suretinde insan hayatı dışında her şeyi öncelikli olarak görmektedir.
Salgın sürecindeki diğer mesele de şudur: Salgın süresince çok sevilmeye başlayan bilim insanları da serbest piyasaya kurban edilmiş durumdadır. Normal dönemlerde araştırmalarına fon bulamayan, uygulanan hiçbir politikada söz sahibi olmayanlar ancak böyle histeri dönemlerinde ‘kısa, etkili ve kesin çözümler için’ medyada kendilerine yer bulmakta. Bunun sonucu da ya kimseyi tatmin edemeyen açıklamalar, ya gereksiz bir kendine güvenle yalan yanlış bilgilerin etrafa saçılması ya da tam anlamıyla şarlatanlık olmaktadır.
Salgından sonra
Salgınların, daha doğrusu bu tür krizlerin ortaya çıkardığı şey, insanlığın yüzyıllardır deneyimleri ve aklıyla sürdürdüğü mücadelelerin kapitalizmle birlikte gittikçe daha çok serbest piyasanın insafına bırakıldığıdır. Hastalıkların veya çevre krizinin tüm insanlara aynı şekilde zarar vereceği, bu nedenle bunlara karşı insanlığın ortak bir mücadele geliştirmenin olası olduğu varsayılır. Ancak kapitalizm ve sınıflı toplum bunu imkansız kılmıştır. Bir virüs gibi tüm sınırları aşan, tüm insanları hasta etme riskinin olası olduğu bir etken bile bakıldığında en çok belli imkanları kısıtlı olanları, yani alt sınıfları vurmaktadır. İnsanlığın hastalıklarla mücadele yöntemlerine felç geçirten kapitalizmin yöneten sınıfları, isterlerse tüm ihtiyaçlarını depolayıp aylarca kendilerini karantinaya alabilecek imkanlara sahiptir ama emeğini satmak zorunda olanlar bir gün için bile işyerlerinden ayrılamaz, emeğini satmaya ara veremez.
Salgınları insanlığın başında ebedi bir bela olarak görmemize gerek yok, tarihte tüm şehirleri haritadan silen, insanlara sayısız acılar çektiren birçok hastalığı yenmiş durumdayız. Yine de unutmayalım, bu tür krizlere karşı serbest piyasanın yarım yamalak çözümlerine değil insanlığın deneyimlerine ve aklına güvenmemiz gerekir.
(1) www.cnbc.com/2018/04/11/goldman-asks-is-curing-patients-a-sustainable-business-model.html