Elazığ’da yaşanan deprem, Van’daki çığ faciası, son olarak da Sabiha Gökçen Havalimanındaki uçak kazası devletin kurumlarının ve en genel anlamıyla da kapitalist sistemin doğa olaylarıyla kurduğu ilişkinin birçok yönünü ortaya çıkardı.

Bu olaylarda yaşanan yaralanmalar, ölümler ve maddi kayıplar ne kadar önlenemez gözükse de; depremler, çığlar, tsunamiler ya da volkan patlamaları insanlığın ortak zihninde üzerine en çok düşünülmüş, araştırılmış ve çalışılmış olaylar. Son yüzyılda bu doğa olaylarının nedenleri, sonuçları ve etkileri üzerine yüksek ihtimalle tarihin geri kalanından çok daha fazla ilerleme kaydedilmiş durumda. Betondan yapılma şehirlerimiz bu yıkıcı etkilerin düzenlenmesini kolaylaştırmasa bile, doğa olayları karşısında elimiz kolumuz bağlı yalnızca kadere boyun eğmediğimiz de ortada.

Yine de Türkiye’de ve göreceli olarak tüm dünyada bu doğa olaylarının insanlara verdiği zararları önleme konusunda tereddütlü bir yaklaşımı gözlemleyebiliyoruz. Doğa olaylarının zararlı olasılıkları ne kadar büyük olsa da, hiç kimse gelişen bilimin sunduğu önlemlerin ve müdahale yöntemlerinin uygulandığından emin olamıyor. Türkiye’de iktidarın bunları kesinlikle dikkate almadığına ve (son iki haftada da kanıtlandığı üzere) bu olaylara karşı tutumlarını belirleyen tek referans noktasının rant veya politik çıkarları olduğuna eminiz. Deprem bölgesinde şov yapmaktan, çığ bölgesinde iş makinası çalıştırmaya, 3. havalimanı için Sabiha Gökçen’de ikinci bir pistin açılmasını geciktirmeye kadar insanların hayatlarını riske sokan her türlü uygulama etrafa saçılmış durumda.

İşte bu tavır, sadece AKP’nin siyasi bir hareket olarak çürümüşlüğünden kaynaklanmıyor, değişik derecelerde bile olsa tüm dünyayı etkisine almış durumda. Bu durumun en kritik örneği de elbette iklim değişikliği. Kendiliğinden gelişen bir doğa olayı olmasa bile devletlerin iklim değişikliğine karşı ikircikli tutumları, denklemin içinde insanların hayatından başka şeylerin de olduğunu gösteriyor. Ülkeler için ayrıca örnekler verecek olursak, ABD’yi vuran hortumlardan sonra gündeme gelen eyaletlere ne kadar yardım yapılacağı tartışmaları, Çin’in koronavirüs salgını gizlemeye çalışıp çalışmadığı gibi tartışmalar, Brezilya’da, Avustralya’da çıkan yangınlar; devletlerin ve kapitalist sistemin bu tür doğa olaylarına karşı insanların hayatını korumanın ve kurtarmanın dışında sebeplerle hareket ettiğini gösteren çarpıcı örnekler.

Kapitalizmin doğa olaylarına karşı tutumundaki tek referansı kazanılacak veya kaybedilecek karlardır. Elbette ölen insanlar, yıkılan binalar ve yok olan üretim araçları da bu kar-zarar denkleminin içinde bir yer bulacaktır. Hiçbir şirket müşterilerinin zarar görmesinden veya üretim araçlarının doğa olaylarıyla kullanılmaz hale gelmesinden kar etmez. Yine de bu denklemde insanların yaşamları çoğu zaman sadece maliyetler olarak bulunmaktadır. İklim değişikliği tartışmasından örnek verirsek; üst sınıfların, dünyanın bir bölümünün artan sıcaklıklar nedeniyle tamamen yaşanamaz hale gelmesiyle ilgili temel bir problemi olduğunu varsayamayız. Onların asıl problemi insanların yaşamları değil müşterilerin satın alma güçlerinin ve dolayısıyla karlarının ne kadar etkileneceğidir. Şundan emin olabiliriz, kapitalist sistem, dünyadaki milyarların ölmesinin karşısında uzaydaki kolonilerde ‘karlı’ bir varoluşu bin kere tercih eder. İşte bu denklem şu anda insanlığın doğa olayları karşısındaki tutumunu belirlemektedir.

Bu kar-zarar denklemini toptan reddetmeyen, dünyayı koca bir tüketici ve müşteri topluluğu olarak gören bir rasyonellik; hiçbir şekilde insanların yaşamlarını en öne koyamaz, bilimin afetler karşısında önerdiği önlem ve çözümleri tamamen uygulayamaz, doğaya karşı etik bir tutumu sahiplenemez. İnsan aklının varabildiği tüm sonuçlar ancak piyasa egemenliğinin sona ermesiyle tüm güçleriyle ortaya çıkabilir.