Bu hafta önce Manisa, sonra da Elazığ’da yaşanan depremler siyasi düzlemde birçok soruyu ortaya döktü. 99 depreminden sonra toplanmaya başlayan her türlü vergi ve katkı payının akıbetinden binalar için türlü çeşitli denetim mekanizmalarının nasıl işlediğine, deprem gibi doğal afetlerin asıl kimleri etkilediğine ve böyle kriz zamanlarında nasıl bir politika izlenmesi gerektiğine kadar; Elazığ depremi geniş kapsamlı bir değerlendirmeyi hak ediyor.

İlk soru elbette AKP döneminde başlamamış ama AKP’nin de güzel güzel topladığı, 99 depreminden sonra yürürlüğü giren deprem vergileri. Sadece bir senelik tasarlanıp 20 senedir toplanan Özel İletişim Vergisi için AKP dönemindeki rakamın 36 milyar lira olduğu belirtiliyor. Bu paranın akıbetini Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay 29 Eylül 2019’da (Silivri depreminden üç gün sonra) Kılıçdaroğlu’na yanıtında “Bu zaten direk hazineye gidiyor” diye açıklıyor, sonra da yapılan inşaat projelerini saymaya başlıyor. Yani Fuat Oktay’ı referans alacaksak bu sorunun cevabı ‘toplanan vergilerin AKP’nin inşaat projelerini fonlandığı’ oluyor. AKP’nin neoliberal ekonomi politikası, burada da kendini göstermiş, kamusal bir fayda sağlanacağı inancıyla meşrulaştırılmış bir vergi, AKP’nin karadelik gibi inşaat şirketlerine para aktaran projelerinde göz kırpmadan kullanılmış.

Hadi kaynak meselesini geçelim, mevcut binaların depreme karşı dayanıklığının nasıl denetlendiğine bakalım. Ülkenin denetleme ve düzenleme karnesini düşündüğümüzde, hele ki inşaat sektörü gibi AKP’sinden CHP’sine neredeyse belediyecilik kavramının kendisinin bulaştığı o yozlaşmayı akla getirdiğimizde, bu alanda da güveneceğimiz pek bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İmar izinleri üzerinden dönen rantların ‘küçük bir deprem tehlikesini’ yutacağı ne kadar uzaktan bakarsak bakalım belli. Bunlara ek olarak devletin dolaysız olarak uyguladığı imar affı gibi düzenlemeler de işte bu inşaat rantının önemini ortaya koyuyor. Binaların güvenliği meselesi rant için ülke çapında feda edilebiliyor.

Bunun üzerine herhangi bir kiracının veya ev sahibinin ücretsiz (ya da cüzi bir ücretle) oturduğu evin sağlamlığını kontrol ettiremediğini, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın lisans verdiği şirketler tarafından verilen bu rapor için binlerce lirayı gözden çıkarmak gerektiğini eklemeliyiz. Yani belediyenin veya bakanlığın yapılırken kontrol etmediği ama izin verdiği binalarda güvenli olup olmadığımızı bilmek için tekrar para harcanması gerekiyor.

Tüm bunları geçtikten sonra son olarak, eğer bir depremde hayatta kalır ama evinizi kaybederseniz, Van’da 2011 yılında yaşanan depremden sonra olduğu gibi yıllarca konteynırlarda yaşamak zorunda kalabilirsiniz. Çünkü size verilen yardımlar sadaka, yerine yenisi yapılması gereken eviniz de büyük TOKİ projelerinin küçük bir ayrıntısı olarak görülür ama kesinlikle sizin hakkınız olarak değil. Eğer depremi yaşamadıysanız ama yine de deprem nedeniyle zarar görenlere yardım etmek isterseniz; tek yapabileceğiniz şey, üç kuruşunuzdan ayırmak ve dayanışma adı altında tüm bu siyasi organizasyonu görmezden gelmek olarak lanse edilir. Bu sonuncusuna sadece düzenin siyasi organları da değil, ortalamaya kendini bırakan her türlü politik hareket sorgulamadan katılır. 

Görüldüğü gibi depremle ilgili hiçbir koşul insanların korunması ilkesine göre düzenlenmemiş, tam aksine inşaat sektörünün korunması ve piyasa kurallarının tekrar tekrar tasdik edilmesi üzerine bir düzenleme mevcut. Bunun yanında devletin kamu hizmetlerini sağlamaktan çekilmesi de neoliberalizme uygun şekilde gerçekleşiyor.

Buradaki bir çelişki bu neoliberalizmin küçülmüş devleti ile AKP’nin ‘şanlı tarihimiz, ecdadımız, devletimiz’ söyleminin taban tabana zıtlığıdır. Elazığ depremi sonrası ortaya çıkan ilk görüntü; hala hızlıca ulaşılıp yardım götürülemeyen, yolları olmayan ve canlı yayında tüm köyün yıkıldığını, kendi çabalarıyla arama kurtarma yaptıklarını anlatan muhtarların görüntüsüdür. Bunun yanında dört kıta yetmiş ülkeye yardım götürdüğü iddia edilen AFAD ve Kızılay, devletin kamu kaynaklarını yine insanlara değil, Elazığ valisinin ağzında mikrofonlara yakalanan algı oluşturmaya yatırma anlayışının ürünüdür. Şu açık ki ne kadar büyük organizasyonlar olurlarsa olsun bu kurumlar AKP’nin kendi çevresine kamunun rantını dağıtma organlarıdır. Büyük Kızılay demek yalnızca Kızılay yöneticileri için daha çok kıyak maaş ve ayrıcalık anlamına gelir, harcanan paralar hiçbir zaman etkili kamu yararına çevrilemez.

AKP’nin bu durumu birçok kişi için depremin ilk anından beri açıktı. Yine de buna karşı bir politikanın nasıl üretileceği konusunda aynı kesinlik mevcut değil. AKP’nin rant ekonomisi ve kamu hizmetlerini nasıl yağmaladığıyla ilgili herkes hemfikir olsa bile; bunun AKP’nin gerici, kayırmacı politikalarının ötesinde bir nedeni ve kökü olduğu gözlerden kaçıyor. AKP’nin almadığı önlemler onun ‘işini Allah’a bırakmasından’, yani doğal afetlere dinsel görüşü dolayısıyla kaderci bir bakışla yaklaşmasından kaynaklanmıyor. Buna ek olarak, AKP’nin kadrolarının bu tür krizleri düzenleme yeteneğinin olmamasından, yani ülkenin ‘akıllıca’ yönetilmemesinden de kaynaklanmıyor. Asıl sebep, kamu kaynaklarını devlet ihaleleriyle belli bir kesime ve sınıfa aktarmasında, aynı zamanda da kamunun devlet organları aracılığıyla kullanabildiği denetleme mekanizmalarının felç edilmesi; devletin zaten başından beri bu tür krizleri engelleme irade ve isteğinin olmamasıdır. Bu vazgeçme hali de neoliberal politikaların etkisinin sonucudur. Devletin artık yurttaşlarına bazı sosyal haklar tanıdığı, fırsatlar sağladığı ve doğal afetler gibi kriz durumlarında koruduğu dönemler artık bitmiştir.

Devletin bu görevlerinden feragat ettiği bir durumda da akıllara gelen çözümün dayanışma yoluyla bu görevlerin bireylere yüklenmesi olması bir anlamda doğaldır. Ama doğal diye bu çözümün asıl sorunları da çözebileceği bir yanılgıdır. Toplumda yaygın olan ortalama görüşlere bu kadar kolay teslim olmamak gerekir. AKP’nin yapmaya çalıştığı da zaten bu ortalama fikre oynamak ve itirazları etkisiz kılmaktır. “Kenetlenmek, biraraya gelmek, yardımlaşmak, kavga etmemek” kavramları hem siyasetsizliği, hem de itirazların bilinmez bir zamana ertelenmesini içermektedir. Elazığ depreminde dayanışmanın ilk örneğinin Kızılay’ın ve Hilal Kaplan’ın elinden çıkmasına şaşırılmamalıdır. Dayanışma fikri zaten siyasetsiz olma haliyle AKP’nin işine yaramaktadır.

Bu durumu tersine çevirecek asıl politika toplanan ve yağmalanan vergilerin akıbetini sormak ve devletin iddia edildiği gibi yurttaşlarını koruyan bir organizasyon olmaktan neden çıktığını sorgulamaktır. Odağını bunun dışına koyan çözümler, çevre felaketlerinin çöplerin ayrıştırılmasıyla çözülebileceğini düşünmeye benzer; hem asıl sorumlu olanları gizler, hem de bireysel çabaların örgütsel mücadeleye dönüşmesini engeller. Gizlenemeyecek asıl sorumlu, emeğini satmak zorunda olanların yarattıklarına el koyan burjuvazidir. Devlet de bu burjuvazinin elindedir. Burjuvazi nasıl çevre felaketlerinin ve doğal afetlerin diğer sınıflar üzerindeki sonuçlarını önemsemiyorsa devlet de bunun görüntüsüyle örgütlenmiştir. Her yerden fışkıran ve bizi asıl çözüme götürecek politik fikir budur.