Erdoğan’ın felaket planını, Kanal İstanbul’u haftalardır tartışıyoruz. Açıklamalar yapıldı, halk kuyruklarda bekleyip itiraz dilekçesini verdi, buluşma, eylem, toplantı, çalıştay… İlk elden yapılabilecek her şey muhalefet tarafından devreye sokuldu.

Bu hızlı ilerleyen süreçte mücadele için doğru yönden gidiliyor mu yoksa gidilmiyor mu? Bunun kıstasını neye göre belirleyeceğiz, tartışacağız. Ancak şunu belirtmek gerekir ki mücadelenin politik muhteviyatı bir kenara bırakılmış durumda. Halka söz bile vermeden halk adına konuşanları, onun sözcülüğüne soyunanları çokça görüyoruz.

Kılavuz

Erdoğan’ın Kanal İstanbul planı, siyasi bir hamle. Kendini ayakta tutmak için attığı bir adım, yine reste rest çekiyor: İsteseniz de istemeseniz de yapacağız diyor. Çok tanıdık. Hem partisini hem kitlesini konsolide etmeye çalışırken koca bir rant çarkını çeviriyor. Sıkıştığı ekonomik kriz çıkmazında, üretim yapmayan bir ülkenin tek çıkışını inşaat olarak görüyor. Somut durum Erdoğan’ı kendi gerçekliğine sürüklüyor. Bir yandan Erdoğan’ın bu çıkışını bir seçim yatırımı olarak konuşuyoruz. Peki bu büyük siyasi hamlenin karşısında muhalefet nasıl bir yön çiziyor dersek konu “teknik” sınırları bir türlü aşamıyor.

Erdoğan’a adım attıran bazı hedefleri ve sıkışmışlıkları var: Kriz, rant ve iktidarını koruma. En başta bu üç maddenin kılavuzluğunda hareket ediyor. Bu kılavuz onu, atması gereken adımlara götürüyor. Muhalefetin bu plan karşısında kendine kılavuz ettiği nitelikli öncelikler yok.

Muhalefet cephesinde sürekli “bilim insanlarının” referans edildiği yüzlerce konuşma dinliyoruz. Baskın ve hatalı eğilim karşınızdadır. Kanal İstanbul’a kim karar vermeli sorusu, solcular tarafından “elbette bilim insanları” denilerek en yüksek sesle dile getiriliyor. CHP referandumu hem “dedim” hem de “demedim” diyor. İBB bilim insanlarıyla çalıştay yapıyor, gün sonundaki forumda yine “sen, ben, bizim oğlan” konuşuyor.

Her şey tuzaktı, siyaset uzaktı

Öncelikle Erdoğan’ın bu hamlesinin karşısında sadece “durduracağız” demek yeterli değil ve fikirden yoksun ilerletilmeye çalışılan bir mücadelenin güçlenmesi de pek mümkün değil. Her politik sürecin bir programa ihtiyacı var. Bir yön çizebilmek ve herkesi bir hedef etrafında birleştirebilmek, bu programı ileri sürmekten geçer. Ancak tıpkı geride bıraktığımız onlarca seçim süreci gibi “bir program olmalı” fikri dile gelmiyor. Bunu ancak toplumla bir arada mücadele etme deneyimi olanlar ileri sürebiliyor. Ama bunlar nedir ki? Hele kapısı açılsın, “teori mi tartışacağız” sorusu anında ortamıza düşüyor. Doğru fikir yoksa doğru pratik ortaya çıkamaz.

Erdoğan ve şürekası referanduma kati surette karşı. “Bunların derdi kanal değil seçim” diyor, “istemezükçüler” olarak muhalefeti karşısına alıyor. Halbuki kendi derdi de bir yandan seçim. Karşı çıkanların da yatırımı elbette oraya. Bu normal ve politik. Asıl anormal olan Erdoğan “dertleri seçim” dediği için bunu anmaktan kaçınmak. Ortada tuzak yok; politik bir süreci örmek ya da örmemek gibi iki seçenek var.

Her kafadan bir ses çıksın

Kanal İstanbul’a karşı mücadele teknik değil politiktir. O yüzden bu kanalın yapılıp yapılmaması kararı “yüksek zümremiz bilim insanlarına” bırakılamaz. Siyasal mücadele uzmanlara devredilemez.

Bilim mi yoksa halk mı ikilemine devrimci sosyalistlerin düşmesi pek olası değildir.
Halk iradesini ortaya koymadan siyasal bir mücadelenin örgütlenemeyeceği deneyimlerle açıktır. Bu yüzden de “Kanal İstanbul’a ülke çapında halk karar versin, referanduma gidilsin” önermesi masada duruyor.

Yönsüzlük büyük bir sorundur. Neyi kılavuz aldığın ya da nereye savrulduğun, bütün gidişatı değiştirir. Bu süreçte de değişen ve hala değişmeyen şeyleri yeniden görüyoruz. Halkı hakir görüp onun fikrine güvenmeme ama uzmanları yüceltme eğilimi yaşıyor mesela. Gezi direnişinin ardından başlayan forumlarda da belli uzmanlıklar çok fazla öne sürülürdü. Koskoca bir direnişi var eden halka, bilirkişilerin öncülük etmesi canı gönülden istenirdi. Çalışma grubu üstüne çalışma grubu kurulurdu. Mimar ve mühendisler, o cahil halka sunumlar yapmak isterdi. Paneller olsun, aydınlanalım, bilgilenelim. Hali siz düşünün, cehaletten kırılıyor halk ama her gün bin cahil parkları doldurup siyaset tartışıyor, yön vermeye çalışıyor, örgütlenmeye çalışıyordu. Ne yaman çelişki… O çalışma grubunun kurulacağı günleri; polisle çatışarak, parkta yatarak ya da sadece apartman kapısını açık bırakarak, akşam gelip uzaktan bakarak var eden binler, milyonlar; bir anda bir grup tarafından itiliyordu. O günlerde tartıştığımız bu eğilim şimdi de benzer şekilde referandum olmasına karşı çıkıyor. “Bizim gibi eğitimsiz toplumlarda” halkın gerçek anlamda doğru karar vereceğine kimsenin inancı yok. Halbuki İstanbul seçimlerinde halk İmamoğlu’nu seçtiğinde işler böyle konuşulmuyordu, davullar ve zurnalar İmamoğlu’nu seçen halka da çalınıyordu.

Nereden nereye demeyelim. Süreçler ve en çok hatalar birbirine benzer.

Hatırlamak gerekir ki Gezi forumlarının en canlı sürdüğü günlerde beğenmeyen çoktu, çünkü her kafadan bir ses çıkıyordu. Kitleler siyaset konuşmak, tartışmak istiyor; herkes bir başka şey öneriyor. Öyle canlı, öyle gerçek bir tartışma ortaya çıkıyor. Bir sosyalist daha ne ister ki? Kitlelerle siyaset yürütmek ve örgütlemek yerine “ben bilirim, beni takip edin hatta bana katılın” diyenler yaşayamadı, ayakta kalamadı. İmkanları değerlendiremeyenler kabuğuna çekildikçe gerçek mücadeleden adım adım soyutlandı. Bunca şeyden sonra ne değişti dersek; hiç. Hala kabalık sevilmiyor, her kafadan bir ses çıksın istenmiyor. O yüzden ver ordan akademisyeni, ver ordan paneli… Sonra vakit kalırsa belki halkı dinleriz.

Hatalı eğilimin tekerrürü olur ama telafisi zor olur

Hangi aralıkta bu kadar ilerlendi ve koskoca şehirleri var eden milyonlara gökdelen tepesinden bakılmaya başlandı derseniz, sorun ilerleme değil gerileme. AKP’nin kitlesel mücadelelerin önünü kestiği her anda bir darbe alındı. Ülke çapındaki politik gerileme bazı kesimleri sınıfına sığınmaya itti. Beyaz yakalı olduklarını hatırladılar, orta sınıf eğilimlerinden kurtulmak yerine daha çok sarıldılar. Bu yüzden “tabi halk karar versin” denilemiyor. Halk ne biliyor ki neye karar versin? Gerçek fikirlerden biri bu.

Deneyimimiz az değil. Gezi forumlarını ve Hayır Meclisleri’ni gördük, örgütledik, başardık. Yüzlerce birlik denemesine girdik. Dağıtılmak üzere kurulan her kolektif yapının nasıl yaşatılmadığına da birlikte şahit olduk. Bu kadar deneyim üzerine “halk doğru karar veremez” diyenlere “senin vazifen ne?” diye sormak gerekir.

Son yıllarda ülkede yaşanan birçok politik süreçte toplum ilerledi. Bunu çok açık bir şekilde görebiliyoruz ama madalyonun diğer yüzü de var. Seçimlerde İmamoğlu’na oy veren halka güvenilmesi, iş Kanal İstanbul’a karar vermeye gelince derin bir güvensizlik içine girilmesinin esası, kendine güvenmemektir. “Zaten kazanamayız” fikri o kadar yerleşik ki eller ve kollar en baştan bağlanıyor. Elbette burada güçler de devreye giriyor. İstanbul seçimi için koca bir güç olan CHP kazanmaya yaklaşırken onun şemsiyesi altına giren herkese de güven verdi. Özne olmayanlar, başka öznelerin kazanımından zafer çıkardı. Bu sefer de Kanal İstanbul’a karşı İmamoğlu atakta. Ancak CHP huzursuzluk istemiyor, görünen o ki bilim ve hukukla sakin sakin bir gidiş planlanıyor. Biz de varız diyenlerin bu çerçevenin dışında bir fikri de hareket planı da yok. Seçim günlerine o yüzden çok benzer.

Siyasette özne olmaktan ısrarlı bir kaçış var. Kimse sınanmak istemiyor, bir adım öne çıkmak istemiyor. Halbuki politik fikrine güvenenler, toplumun karşısına çıkmaktan da milyonlarla omuz omuza mücadeleye atılmaktan da çekinmezler. Erdoğan bile hayatını aldığı risklerle sürdürüyor; bir Ortadoğu, bir Libya, Kanal İstanbul bile onun için koca bir risk. Yenmek istediğimiz iktidar, kaybetmemek için büyük risklerin altına giriyor ancak onun karşısında kazanmak için risk almaktan kaçılıyor.

Her seferinde halkın doğru karar veremeyeceğine dem vuranlar, halkı ikna etmek üzere bir özne olarak hiç konuşmuyor. Sınamak ve sınanmaktan kaçmak pek mümkün değil. Kaçıldığı durumlarda kimsenin kendi ayakları üzerinde duramadığını gördük.

Objektif karar

Erdoğan’ın muhalefeti sıkıştırdığı noktaya bu kadar kolay düşülmesi de hazin. Onların iktidarında bilim hiçbir zaman objektif olmadı. Yargıyı, hukuku, yasaları tartışmak isteyen varsa başlayalım…

“Bilim objektiftir, o yüzden kanala o zümre karar vermelidir” denirse “Prof. Dr.” Celal Şengör’ün kanal depremi tetiklemez açıklamasını nereye koymak gerekir? Anadolu Ajansı’nın bir haberi şöyle: “Kanal İstanbul için ihale çalışmaları sürerken, projenin görüşe açılan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Raporu hazırlığında 33 bilim dalında 200’e yakın akademisyenin görev aldığı bildirildi”. Bunlar da bilim insanı ama muhalefete göre değil. İtiraz edenler de Erdoğan’a ve partisine göre “istemezükçü”. Daha ileri götürürsek zaten terörist.

Ama bir de işin şu tarafı var; muhalefetin halk iradesini ortadan kaldırıp siyasal mücadeleyi sıkıştırdığı bu yerde AKP kendine güzel bir yol buluyor. Mesela İBB meclisinde cemevlerine ibadethane statüsü verilmesi tartışılırken AKP’li Tevfik Göksu, “Cemevlerine din uzmanları karar verir” diyor. Hadi bakalım, bunu da ateistler açıklasın.

Eğer objektif bir karar isteniyorsa bunu halk verebilir. “Söz, yetki, karar, iktidar halka” sloganını bol bol kullananlar gereğini yerine getirmekle mükellef ya da tedavülden kaldırmakla.

Ayrıca bunu konuşurken neyi kaybettik diye de düşünmek gerekir. Söz, yetki, karar hakkı söylemde çok önemsenirken bugüne kadar var edilemeyen meclislere dönüp bakmak gerekir. Halk gelsin, konuşsun ama nerde bir rahat nefesle konuşmuş… Vesayetler savaşına dönen hangi kolektif yapı bugüne kadar çökmeden ayakta kalabildi ki? Kalamadı. Hiçbiri kalamadı. Solcuların payına en acı hatıralar düşüyor. Dağıtılan meclisler şimdi olsaydı, bu siyasal süreç aynı olamazdı.

Bir de vaatler vardı. İmamoğlu da bu yönden çok alkış toplamıştı seçim döneminde. İlçelerde ve en önemlisi şehir genelinde İstanbul Halk Meclisi olacaktı. Olamadı, oldurmadılar. Tabi olduğunu da iddia edenler yok değil. Nerde o meclisler, nerde halk? Görelim. Şimdi bilim insanlarının, kurumların isimlerini toplayıp listelemek yerine İstanbul Halk Meclisi’nde herkes gerçekten eşit olarak konuşsaydı, tartışsaydı yine bu siyasal süreç böyle olamazdı.

Söz, yetki, karar hakkını gerçekten halkçı olmayan hiçbir akım savunamaz ve savunamıyor; işte görüyoruz.

Argümanlar ve ilkeler

Referandum önermesinin ileri sürüldüğü her yerde çeşitli kıyaslamalarla da karşılaşıyoruz. “İdam da mı referandum olacak, Gezi’de de mi referanduma gitmeliydi” sorularını duyuyoruz. Bunlar argüman değil demagojidir. Temel insan haklarını değil, iktidarın siyasi hamlesini nasıl göğüsleyeceğimizi ve onları nasıl sıkıştıracağımızı tartışıyoruz. Eğer Gezi’yi konuşmak gerekecekse evet, o da referanduma gidebilirdi. Konjonktürel getirilere politik bir cevap üretmek zorunluluğu her zaman var.

Referanduma, konu doğa talanı olduğu için ilkesel olarak karşı çıkanlar da var. “Kanal’ın yapılıp yapılmayacağına halk karar veremez, bu bilim insanlarının alanıdır” deniyor, ilkesel olarak. İlkesel olarak tutum almak tabi önemlidir. Mesela Kürt halkının haklarını almasını savunuyorsak bu konjonktüre göre değişmez. Ulusların kaderlerini tayin hakkı konjonktürel değildir. İlke, ilkedir.

Bir avuç patronun, dünyanın altını nasıl oyduğunu, bir şehrin haritasını rant uğruna nasıl değiştirmeye çalıştığını görüyoruz. Kanal İstanbul, bir delinin ısrarı değil. Kapitalist düzenin parçası olan bir iktidarın içerde ve dışarda pazarlıkla, karla ortaya koyduğu bir plan. Karşımızda sermayedarlar var, onun iktidarı var. Peki servet birikimi olmayanları, emekçileri biz bu mücadelede taraf etme gayretine girmeyeceksek antikapitalist mücadeleden bahsedilebilir mi? Emekçiler, sömürülenler bu mücadelenin asıl tarafıdır. Patronların her şeye el koyarak milyonları mülksüzleştirmesine karşı duracak tek büyük güç emekçilerdir, halktır. Gelecek kuşakların alt üst edilmiş bir dünyaya mahkum olmamasını sağlayacak gerçek güçtür.

Bilim insanlarının ise nereye konulacağı, sınıfsal konumuna göre şekillenir. Bir avuç sermayedarın karşısına subjektif bir konumda olan bilim insanları, bir torbadan çıkarılıp kart olarak açılamaz. Konu sınıfsaldır, sorun kapitalizmin kendisidir.

Bu durumda hiçbir sosyalist ilkeye göre sermayedarların karşısına uzmanlar bir kategori olarak çıkarılamaz. Mülksüzleştirilenleri, özel mülkiyeti politik bağlamında konuşmamız gerekir. Eğer konu bu yönüyle hiç ele alınmazsa Greenpeace ile doğa için kol kola girilir. Kötü son budur. Şirketlerin sivil toplumculuk hikayelerini asla bağrımıza basmayız. İlkesel tartışma böyle yürütülür.

Başka yönden bir ek yapmak gerekirse de eğer politik mücadele uzmanlara havale edilmeye çalışılırsa uzmanlar dışında kalanlar örgütlenme değil “iş yapmak” kısırlığında kendini tekrarlar. Yapılan faaliyetler örgütlenmeye aracı değil; her biri işler toplamı olarak kalır.

*

Elbet deneyimler çok, hatalar da. O hatalardan ders çıkarmak gerekir. Mücadelenin sandığa sığmadığı, seçimlerin ne önemi var ki diye tartışmaların yaşandığı süreçleri hatırlamak gerekir. Politik süreçlerin üzerinden hiçbir zaman atlanamadı. Tüm toplumun politikleştiği günlerde imkanlar uzaktan seyredildi. Depolitizm tercih edildi. Ancak sonra işler değişti. Mücadele sandığa sığarak seçimler önemli hale geldi. Adaylıklar da vekillikler de bu tartışmalar yaşanmamış gibi açıklandı. Halbuki “bir şey olmadı ki” deyince önceki hatalar da tarihimizden silinmiyordu. Yine de hatırlatanlar olduğu için kendimizi şanslı bulmamız gerekir. Çünkü bu hatalardan ders çıkarmak, bugün Kanal İstanbul’a karşı doğru bir politik hattı ileri sürmenin yolunu açar.

Sonuç olaraksa “küfe hem sırtımızda hem değil” deniliyor. Kanal’ı durdurmak istiyoruz ama halk iradesini ileri sürmeyelim istiyoruz, aynı zamanda fikrini sormadıklarımızın bizimle mücadele etmesini istiyoruz. Bilirkişiler olarak vasi olalım, biz karar verelim ama halk gelsin. Tarihte hiç görülmemiş böyle örgütlenme.

Riskten kaçmak hatadır. Her politik program ileri sürüşümüz zaten risklidir. Fikri mücadeleden kopulduysa viraj almanın çok zor olduğunu bilmek gerekir. Köksüz, bağlamsız kalmak bununla başlar.

Eğer güven konuşacaksak tabanları şişene kadar çalışan, açlıkla tokluk arasında yaşayan milyonlara güvenelim. Kendimize güvenelim. Koskoca bir dünyayı değiştirmek için yola çıkanlarız; toplumu değiştirmekten, dönüşmekten, ikna etmek için çabalamaktan kaçamayız.
Ve varsın da yenilelim ama doğru yolda yürürken, omuz omuza yürüdüğümüz milyonlarla yenilelim ama deneyelim.