4-5 gün önce belki İzmir’in güneşli günlerinden biriydi. Ali Kabasakal da İzmir’de yaşıyor. Erzak azalmış, eşi diyor ki pazara gidelim. Ali abi, “sen biraz oyalan, ben duş alayım” deyip banyoya giriyor. Kendini burada tüfekle vuruyor, hayatına son veriyor. Bu haberle duyduk, tanıdık Ali Kabasakal’ı. Cebinden sadece 1.5 lira çıktığını haberlerin son paragrafında okuduk. Bu haber ilk değildi, son günlerde akılda kalanlardan biriydi.

Sorunun kökeni

Bizim ülkede her şey yüzeysellikten nasibini alıyor. Konular derinleştikçe muhataplar ortaya çıkıyor. Kim ne yapmış ya da yapmamış, bunların her biri daha fazla tartışılmaya başlanıyor. Kimse yanlışlar dile getirilsin istemiyor, bu yüzden yüzeysellik bir gelenek haline gelmiş durumda. Hal böyle olunca soğukkanlılık da yerini aceleciliğe bırakıyor. Nasıl olsa derinini düşünen yok, akla ilk gelenleri söyle geç. İntihar haberleri karşısında acelece ilan edilen sözler toplamı da işte bunun devamı.

Karanlık, sisli puslu bir gün düşünün. Bir kesim bu haberleri okudukça bütün ülkenin artık içinden çıkılamaz bir şekilde bu halde olduğunu düşünüyor. Politik olarak değil “vicdani” olarak tepki gösteriyor. Bunu bilinçli olarak yapıyor, bu yönü tercih ediyor. Bu yüzden intiharlara dair daha sorunun kökenini açıkça ortaya koyabileni göremedik. Bu yüzden tüm ülkeyi sarsan krize karşı program değil intiharlara karşı dayanışma öne sürülüyor. 

İşte o “fakirler” intihar etmesin diye evimizi, soframızı, cüzdanımızı falan paylaşacağız. Bunu anlı şanlı ilan edeceğiz.

Bunları gaddar olduğumuzdan değil “dayanışmanın” bir bireysel kurtuluş anlatımı olmasından ötürü masaya yatırıyoruz. Toplum örgütlü yaşamayı bilmiyor. Sol bunu var etmek üzere çabalamak yerine o taraklarda bezim yok diyor.

Örgütlü olmak bilinci toplumda olmadıkça kurtuluş her kişi için bir çıkmazdır. Zar zor geçinen, eline geçen 3 kuruş maaşla hayatını sürdürmeye çalışanlar nasıl tek başına çıkış yolu bulacak? Peki bu çıkmaza çözüm olarak ne sunuluyor dersek bunun cevabıdır işte dayanışma. En basit örnek ile krizde maaşı eriyen ve evine ekmek götüremeyen, kirasını ödeyemeyen bir emekçiye; kirasının bir yerden toplanarak verilmesi, evine erzak götürülmesi en fazla 3 aylık bir çözümdür. Öğüt emekçilerin yoksulluğu paylaşması ise; bütün bir ülkenin ve dünyanın servetine el koyarak milyonları yoksullaştıranları ne zaman gündeme ve hedefe alacağız? Bu soru cevaplanmak üzere herkesin önünde beklesin.

Masumiyet

Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirini biliriz. “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır” diyor; ne de güzel söylüyor. Bizim ülkede umutsuzluktan başka her şey yatıştırılıyor. Mesela öfke, mesela direnç.

Düşünün ki ana gündem kriz değil, patronların el koyduğu koca bir servet yokmuşçasına bir yardımlaşma kampanyasına girişme sözü veriliyor.

Sömürenleri arkada bırakarak “yardımlaşmayı” öne alan herkes toplumun öfkesinin törpülenmesine aracı olur, bu çok açık. Hani şu kapitalizmin allayıp pulladığı STK’lar var, biz de fena değiliz demek için fon dağıtan, sözde çocukları ve doğayı savunan STK’lar… Onlar da zaten benzeri bir işlev için varlar. Aman çok itiraz da yükselmesin demek için varlar, ortalığı sakinleştirmeye hizmet için. Dünyanın altını oyan şirketlerle çalışıp bize dünyanın geleceğini anlatmaya kalkan Greenpeace gibi.

Görüldüğü gibi konular çok yönlü. Nereye adım atarsan onun ardından daha pek çok şey çıkıyor. Lafımı dedim, görevimi yaptım ile bitmiyor. Dayanışmayı tuttuk nerelere getirdik işte!

Konunun geldiği yerden şunu diyelim; gerçek hedefi ıskalamayı, günübirlik sorunları yüzeysel bir şekilde aşmayı topluma öğretmek üzere kollar sıvanmamalı. Kısa günün karı, her gün üzerimize yürüyen bu düzenin karşısında bir hiçtir. Burdan yoksulların kazanması için gerçek bir birikim, sonuç çıkmaz. Eğer biriktireceğimiz birşey varsa o sınıfsal öfke olabilir, bu öfkenin örgütlü mücadeleye dönüşmesi için deneyim ve çaba olabilir. Bilelim ki bireysel kurtuluşun bu şekilde örgütlenmesi, toplumun örgütlenmesi anlamına gelmez. Bundan ne iyilik ne de güzellik çıkar.

Halbuki yardım deyince, dayanışma deyince ilk tınlayan şey masumiyet oluyor. Dayanışma denilen şey iyilik mevhumu ile başa baş gidiyor, hatta çoğunlukla yan yana anılıyor. İşin iç yüzünün hiç masum olmadığını görmeliyiz.

Bu adım adım planlanarak yapılıyor diyemeyiz. Çünkü esas sorun ana yörüngeden çıkmış olmaktır. Siyasal olmaktan, ülke çapında, dünya çapında düşünmekten ve gerçek sorunlara değiştirici çözümler aramaktan vazgeçildiği zaman ister istemez böyle bir yola çıkılır. Kolektif kurtuluş siyaseti terk edilirse yanlıştan doğru çıkması da mümkün olmaz.

Üzülmeyi unutmak

Bu düzende öyle çok şeye üzülüyoruz ki. İşte en başta anlattığım Ali Abi’ye, bir mahallenin köşesinde doğup büyümeye çalışan ve ilk öğrendiği açlık olan Ali’ye, her gün köle gibi çalışan ama ay sonunu getiremeyen Ali’ye, dünyanın dört bir yanında benzer hayatı yaşayan Alilere ve daha sayamadığımız nelere… Evet hepsi Ali, hepsi Ayşe. İsimleri başka başka olsa da her birinin hayatı bir diğerine anlatılan senin hikayen diyor.

Hikayeler sadece yoksullukta birleşmiyor, dünyanın dört bir yanında benzer direniş hikayeleri yazıldı, yazılmaya devam ediyor. Hüzünlü anlatımımız da burada sona eriyor.

Esasen denilecek odur ki kimse kendi acziyetini hüzünlü dramlarla milyonların üzerine yıkmaya kalmasın. Kimse kimseye acımasın. Kriz günlerinde gözyaşıyla değil öfkesiyle ve direnciyle direnişlerini sürdüren işçileri görüyoruz. Dünyanın dört bir yanında öle öle direnen milyonları seyrediyoruz. Bu örneklerin hangisinde yılgınlığı, hangisinde vazgeçmişliği gördük ki? Cevap verelim, hiçbiri.

Eğer döne döne üzülmek isteyen varsa toplumsal devrim ummaktan aciz olanlara, çoktan değiştirmekten vazgeçmiş olanlara üzülsün. Sömürülen milyonların, açlık ve yoksulluk çekenlerin öfkesi de direnci de dipdiri. Emekçilerin sus pus köşeye sindikleri bir durum hiç yok.

*

Mevcut durumun zorunluluğunu kabul ederek liberal bir haklar savunusuna girişmek ya da bunun yakınlarında dolaşıyor olmak doğru değil. Ekonomik kriz yoksulluğu bölüşerek aşılamaz. İşçiler daha fazla bilinçleniyor, direnmeyi ve örgütlenmeyi öğreniyor. Sömürü koşullarının nasıl olduğunu herkesten daha berrak ve net anlatıyorlar.

Bu koşullarda sınıf siyaseti yürütmenin önü sonuna kadar açılmış durumda. Tüm gelişmeler ve hareketlilikler herkesi zaten buna zorluyor. Bunun dışına savrulanların toparlanması zor görünüyor.

Esas güç; yoksulları, işçileri bir araya getirecek ve bir kıvılcım yakacak fikrin önderliğidir. Başka hiçbir şey bunun yerine ikame edilemez. Siyasal olandan kaçarak yanlış eğilime sapmak, vazgeçmekle başlar. Asla yapmamalı listesinin üst sıralarında işte bunlar yer alıyor.