Kasım Süleymani'nin öldürülmesi ve İran’ın füze saldırısı, uzun süredir düşük yoğunluklu olarak devam eden ABD - İran çatışmasının ABD açısından başka bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. İki ülke arasındaki çatışmanın en son gündeme gelmesi Suudi Arabistan'daki Aramco tesislerinin Yemen'deki Husiler tarafından vurulmasıydı. Son gelişmeleri başlatan asıl olay ise Irak'taki ABD Büyükelçiliği’nin göstericiler tarafından saldırıya uğraması oldu. ABD kendisine karşı yürütülen bu “vekil savaşının'”belli bir seviyeye ulaştığını değerlendirmiş olacak ki İran'a sert bir yanıt verme gereğini hissetti ve bu tür dış operasyonlardan sorumlu Kasım Süleymani'yi vurdu. Saldırı yöntemi bile tek başına İran'a veya bölgede ABD çıkarlarına karşı tehdit oluşturan herhangi birine ABD'nin hala bölgede en yetkin askeri güç olduğunu hatırlatmak için kurgulanmış gibi görünüyor. İran buna karşılık, on yıllardır ilk defa kendi resmi güçleriyle, Irak’taki iki askeri üssü füzelerle vurarak karşılık verdi. Trump erken uyarı sistemleri sayesinde hiçbir can kaybının olmadığını ilan etti ve iki ülke arasındaki durum da göreceli olarak sakinleşti.

ABD’nin Süleymani’yi vurma kararının arkasında, önceki dönemin aksine içeride azil süreciyle gittikçe daha çok sıkışan Trump’ın dış politikaya kaçmak istemesinin de elbette etkisi var. Yine de ABD ve İran arasında devam eden çatışmanın tarihini düşünürsek, ABD’nin bu saldırı olasılığını her zaman masada tuttuğunu; Ortadoğu’da ve dünyada kaybedilmeye başlanan hegemonya ile birlikte, Bush’un veya Obama’nın atmadığı adımın atıldığını ve Süleymani’nin öldürüldüğünü söyleyebiliriz. Yine de ABD ile İran arasındaki yüksek seviyedeki çatışma hali, iki tarafın da çıkarları açısından göreli bir denge durumu nedeniyle bir tür azalmaya gitmiş gibi gözüküyor. İran’ın vurduğunu kendi kabul ettiği uçak bile, Trump tarafından sert bir müdahalenin nedeni olarak görülmedi, İran da bunun karşısında uçağı vurduğunu hızlı bir şekilde kabul etti.

ABD dünyanın her yerinde ya NATO eliyle, ya kendini destekleyen rejimlerle, ya müttefikleriyle ya da bizzat kendi askerleriyle savaşları körüklemekte; milliyetçi ve mezhepçi ayrımları derinleştirmekte ve kendi çıkarlarının peşinde dünya halklarına zulmetmektedir. Yine de kendi hegemonyasının göreli azalmasıyla birlikte, bu çıkarların artık geri kalanlara o kadar rahat dayatılamadığı bir dönem de başlamıştır. Suriye iç savaşının gösterdiği gibi, ABD’nin çıkarlarının hegemonyasının azaldığı bir dünyada; irili ufaklı birçok ülke (arkadan gelen emperyalistlerden, kendi ağabeylerine özenen heveslilere kadar) kendi çıkarları için hareket etmekte ve ABD’nin politikalarına karşı çıkabilmektedir. Yeni dönemde bu ülkelerin ABD’yle tersleşmeleri artacaktır. Yine de İran ve ABD arasındaki durumun gösterdiği, bu ülkeler ve kutuplar arasındaki göreli denge durumunun şu anlık devam ettiğidir. Yine de tüm taraflar için geçerli olan şey, üzerlerinde durdukları toprağın çok oynak olduğudur. Daha önceki dönemde bu ülkeleri birbirlerine bağlayan ve bir tür düzenleme olanağı sağlayan ilişkiler gittikçe belirsiz hale gelmektedir.

Bu yeni dönemin diğer özelliği de neoliberal politikalara karşı başlayan toplumsal hareketlerdir. ABD de İran da ve Irak da o veya bu şekilde on yıllardır uygulanan neoliberal politikalara karşı toplumsal hareketlerin siyasette etkilerini göstermeye başladığı ülkelerdir. İran’ın dış politikası ABD emperyalizmi ile çelişiyor olsa bile, hem içeride hem de Irak ve Lübnan gibi İran’ın etkisinin yüksek olduğu ülkelerde asıl politika bu toplumsal hareketlerin şiddet yoluyla bastırılması olmuştur. Sosyalistlerin asıl odaklanması gereken nokta da budur. Emperyalist çıkarlar ülkeleri o ve bu şekillerde, her türlü yönden çatışmalara ve savaşlara itebilir. ABD’nin en güçlü emperyalist devlet olarak hegemon konumu, diğer emperyalist heveslerle elbette karşı karşıya gelecektir. Ama ülkeler arası bu dengelere ve çatışmalara göre konum belirlemek, sosyalistleri ancak büyük savrulmalara götürür. Asıl odak noktası her zaman sınıfsal ve toplumsal mücadeleler olmalıdır. Bunun yokluğunda, daha geçen yıl molla rejimine ve yoksulluğa karşı ayaklanan İran halkı ve katı otoriter bir İslam rejiminin kendi halkına uyguladığı zulümler görünmez hale gelir.

Böyle bir dönemde sosyalistlerin önem vermesi gereken tek şey devletlerin bu emperyal çıkar savaşlarındaki yerleri değil, 1. Dünya Savaşı’nın, Sovyet Devrimi’nin ve kendi mücadele tarihimizin emperyalizm dersleri olmalıdır. Bu dersler bize ilk olarak belki de uygulanması en zor olan, kendi ülkemizin emperyal çıkarlarına ve savaşlarına karşı çıkmamızı, ‘ülkenin çıkarları’ denilenin sınıfımızın çıkarları olmadığını öğretir. İkinci dersimiz elbette ABD’nin tüm dünyayı yakıp yıkan, halkları sefalete ve savaşlara mahkum eden emperyalizmine karşı durmak olacaktır. Son dersimiz de asıl görevimizin mezhepçilikle, milliyetçilikle sürüklenen ülkelerin politikalarını değil, sömürüye karşı harekete geçen ve geleceklerine sahip çıkmak isteyen işçi sınıfının durumunu yakından takip etmemiz gerektiğidir.