Libya ile imzalanan Güvenlik ve İşbirliği Anlaşması bugün (21 Aralık) Meclis’te AKP-MHP oylarıyla kabul edildi. Bu hafta yapılan tartışmalardan görüldüğü üzere AKP’nin artık dışarıda yaptığı anlaşmaları saklamaya çalışmaya bir ihtiyacı kalmamış. AKP sözcüleri destek anlaşmasının birkaç hafta önce yapılan Doğu Akdeniz Anlaşması’nın karşılığı olduğunu inkar etmeye bile gerek görmedi. Doğu Akdeniz Anlaşması da daha uzun bir süredir devam eden Doğu Akdeniz’de sondaj yapma haklarıyla ilgili süren gergin durumun bir parçasıydı.

Sondaj arama faaliyetleri için hükümet kimlerle mi kapışıyordu? Güney Kıbrıs, Yunanistan ve AB ülkeleri… Libya ile yapılan anlaşma sonrasında kimler mi potansiyel hasım oldu? Rusya başta olmak üzere ABD, Fransa ve bilimum başka ülke... Alt alta koyduğumuzda liste uzayıp gidiyor. Görüldüğü gibi AKP hükümetinin dışarıda hasımdan yana eksiği yok. Bu kadar ülkeye karşı net olarak Türkiye’nin yanında yer alan bir tek Katar var. Katar ile olan ilişkilerimizin de ne gibi anlaşmalara ve rantlara dayandığı yine son hafta ortaya çıktı. Katar Şeyhi’nin annesi Şeyha Moza’nın Kanal İstanbul güzergahından aldığı kupon araziler anlaşmaların sadece küçük bir kısmı gibi görünüyor. AKP’nin dostları listesine Türkiye’den bazı iş insanlarını da katarsak (Katar’la ilgili olarak Ethem Sancak örneğin) tablomuz tamamlanacak.

Bu tabloya göre aslında her şey yerli yerinde; müttefikler, ittifaklar, biraz anlaşılabilecek ülkeler, liderleri ile anlaştığımız ama diğer kurumları ile anlaşamadıklarımız, dostlarımız ve düşmanlarımız. AKP hükümeti işte bu tablonun içinde dış ve iç politikasını belirliyor; onun dostları dost, düşmanları düşman olarak kabul edilmediğinde ise çok şaşırıyorlar. Sözcüler bu şaşkınlıklarını gizleyemeden hemen Türkiye’nin çıkarlarından bahsedip bunu kabul etmeyenler Mars’tan dünyaya düşmüşler gibi bakmaya devam ediyorlar.

AKP’nin bu anlatımına karşı, bunun arkasında büyük bir tutarsızlık olduğu, AKP’nin çıkarlarının Türkiye’nin çıkarlarıyla bir olmadığı, Erdoğan’ın dostlarının ve düşmanlarının ülkenin genelinden farklı olduğu savunulabilir. Ama buradan yola çıkarsak, yani “Türkiye’nin dışarıdaki çıkarları” kavramını kabul edip problemin bunun düzenlenmesi olduğunu kabul edersek hiçbir koşulda milliyetçiliğin ideolojik torbasından kurtulamadığımızı görürüz.

AKP’ye karşı toplumsal muhalefetin (birçok durumda CHP’de somut hale gelen) ikilemlerinden biri budur ve AKP de bunu iyi bilmektedir. Erdoğan’ın yine son hafta Kanal İstanbul etrafındaki arazilerle ile ilgili söylediği  “George, Hans almaya kalksa kimsenin sesi çıkmaz” demesi de bu yüzden. Çünkü Erdoğan da şunu biliyor: Bir kere Türkiye’nin çıkarlarının peşine düştüğünüz zaman, yolunuz ya Katar’a, ya ABD’ye, ya AB’ye ya da Rusya’ya düşer. O araziler veya fabrikalar mutlaka birilerine satılır. Ya da savaşa gidilir, ya Suriye’de cihatçı desteklemeye, ya Irak’a, ya da NATO’nun peşinden Vietnam’a… Aynı durum iç politika için de geçerlidir, bir kere bu yola giren ihaleleri bir işadamına vermese bile diğerine verir, rantı kendi tarafına paylaştırır. Sonra da ekonomimiz büyüyor diye övünür.

Bu “Türkiye’nin çıkarları” kavramı hiçbir koşulda Türkiye’de yaşayan insanların büyük çoğunluğunun, yani çalışanların ve emeğini satmak zorunda kalanların çıkarlarıyla üst üste gelmez. Çünkü bu kavram milliyetçiliğin içinden çıkmıştır ve de her durumda, ya Türkiye burjuvazisinin dış ülkelerdeki emperyalist çıkarları demek için kullanılmıştır ya da içeride, yine burjuvazinin diğer sınıflara karşı olan savaşı için.

Bu Türkiye’nin çıkarları kavramının, onun genelinde de milliyetçiliğin karşısında durabilmek, gerçek bir Marksist-Leninist mücadelenin en önemli noktalarındandır. Mücadeleler tarihinde birçok siyasi akım, ne kadar sosyalist olurlarsa olsunlar, o veya bu şekilde milliyetçilikle yüzleşemedikleri pozisyonlara savrulmuş ve onun çürütücü etkisiyle burjuvaziyle uzlaşma yoluna koyulmuştur. ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasının azalmaya başladığı son dönemde de milliyetçiliğin etkisinin daha da artmaya başlamasıyla, bu çürütücü ve çürük ideolojinin her türlü siyasi akımda etkisinin artacağı öngörülebilir. Buna karşı hazırlıklı olmak ve saflarımızı ideolojik anlamda da sıkı tutmak gerekecektir.