ABD ve Türkiye arasındaki anlaşma hem Erdoğan’ın hem de Trump’ın kendi ülkelerinde pazarlayacakları bir şey ararken yapıldı. İki lider de elbette mizaçlarına uygun şekillerde anlaşmanın ne kadar da üstün bir başarı olduğunu anlatma yarışına girdi.
Emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda anlaşmalar; pazarlıklar sonucu olur, bir anlamda alışveriş gibi düşünülebilir. Eğer tarafların birbirlerine önerecekleri şeyleri yoksa bir tarafın kazancı öbür tarafın kaybı olur. Bu şekilde baktığımızda hem Erdoğan’ın hem de Trump’ın bir anlaşmadan bu kadar fazla kazanç elde ettiğini anlatıyor olması saçma gelebilir. Bu durumun sebebi ise şu, iki taraf da aslında bir alışveriş içinde, somut durumların pazarlığı içinde değiller. Kazanmayı planladıkları tek şey, kendi ülkelerinde anlatabilecekleri bir şey elde etmek. Erdoğan ABD’nin karşısında mecburen “ateşkes” ilan etti ama güvenli bölgeyi kazanım olarak anlattı, Trump da kendi diplomatik becerilerini parlatma şansını kaçırmadı.
Eğer bu masaya ABD’nin çekilişinden önce oturulsaydı, iki tarafın da elinde gerçekten pazarlığını yapacak şeyler olabilirdi. Ancak ABD çekildikten, Türkiye de Suriye’ye operasyonu başlattıktan sonra kimsenin elinde pazarlık edilecek birşey zaten kalmamıştı.
Bu alınıp satılıyormuş gibi yapılan ama kimsenin elinde olmayan şeylerden ilki zaten şu: ABD’nin Suriye toprakları üzerinde, hele çekildikten sonra yaptırım gücü çok azaldı. YPG, Suriye devleti ile anlaştıktan sonra, ABD YPG’nin bahsedilen bölgelerden çekilmesini nasıl sağlayacak belirsiz. Elbette buna uyulup uyulmayacağına Kürtler kendileri karar verecek, yine de SDG komutanı Mazlum Kobani’nin açıklamalarına bakılırsa bu çekilme sadece Tel Abyad ve Rasulayn arasında geçerli olacak.
Anlaşmanın ikinci problemi, Türkiye’nin operasyonu başladıktan sonra SDG’nin ABD’nin imzaladığı bir anlaşmaya uyma zorunluluğun kalmaması. Trump, nasıl sunulursa sunulsun bu operasyona yeşil ışık yaktı. SDG de Suriye devleti ile anlaşmak zorunda kaldı. Bu noktadan sonra SDG’nin Suriye’nin kuzeyindeki durumu Şam yönetimiyle ve dolaylı olarak da Rusya ile olan anlaşmalarına bağlı olmak yönünde ilerleyebilir. Eğer SDG bahsedildiği gibi siyasi süreç sonunda Suriye devleti ordusunun bir parçası olursa Türkiye sınırında konuşlanmasının önünde hiçbir engel kalmamış olacak.
Anlaşmanın bir diğer muğlak maddesi de elbette güvenli bölge. ABD ve Rusya özellikle Türkiye’nin “güvenlik endişesini” tanıdıklarını söyleseler bile bahsedilen güvenli bölgenin hukuki tek dayanağı 1998 yılından kalan Adana Mutabakatı. Buna göre de güvenli bölge 5-10 kilometre derinliğinde sınırlı bir bölge olarak tanımlanıyor. Bu gerçekleşse bile, Erdoğan’ın bir sonraki planı olan Suriyeli göçmenleri buraya yerleştirme, bu bölgeye okullar, hastaneler kurma projesinin Şam yönetimine rağmen gerçekleşme ihtimali yok. Buna rağmen Erdoğan hem Şam ile resmi görüşmeleri reddediyor hem de bu inşa projelerinin propagandasını dur durak bilmeden yapmaya devam ediyor. Bunun nedeni de bu planın Türkiye için hem Suriyeli göçmenler sorununa, hem de bir anlamda ülke burjuvazisinin sıkışmış ekonomi içindeki tepkilerine cevap olması. AKP’nin senelerdir uğraştığı fetih anlatımının cazibesi de elbette bu anlatının nedenlerinden biri.
Başlangıçta dediğimiz gibi bu anlaşmanın tek kazancı Erdoğan’a ve Trump’a bazı ilerlemeler varmış gibi yapma şansı tanıması oldu. Bu şekliyle bile kapıyı yıllar önce Emevi Camisi ile açmış, şimdi Suriye’nin kuzeyini fetih iddialarını sürdüren AKP için bu anlaşma sadece ortalığa saçılan sahte bir parıltıdan, etrafa saçılan bir toz bulutundan ibaret. Bu göz boyama AKP’yi ancak bir süre daha idare edebilir. Yıllardır peşinde koşulan Suriye fatihliği yavaş ama kesin şekilde imkansız bir olasılığa dönüşüyor. Suriye’de taşlar gittikçe daha çok yerine oturuyor ve sihirbazın cebinde başka numara kalmamış gibi gözüküyor.