Salda dünyanın beşinci, Türkiye’nin ise en temiz gölü.
Pek yakında; 1 kıraathane binası, 1 sağlık birimi, 2 yönetici birimi, 2 satış birimi, 1 oturma birimi, 1 mutfak birimi, 1 bulaşıkhane, 2 kafe, 2 mescit, 6 büfe, 4 giyinme-soyunma birimi, 4 WC ile buluşacak. Ha bir de 2 tane fosseptik çukuru.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum “yapılaşma yok” demişti. İşte bunların hepsi Salda Gölü’ne inşa edilecek. Herkesin hayran kaldığı el değmemiş bu güzelliğin tam ortasına bir şehir inşa edecekler.
Millet bahçesi dedikleri koskoca bir rant kapısı. Ülkeyi, kredileri, paraları betona gömdüler; borç krizinde debeleniyorlar ama hala çareyi burada arıyorlar.
Salda Gölü’nün adım adım talanı gözlerimizin önünde olurken bir yandan da Kaz Dağları’nı nasıl tükettiklerini izliyoruz. Kanadalı şirket altın arıyor. Altını ayrıştırmak için siyanür ile berbat çukurlar açacaklar. Şirketin CEO’su diyor ki “2009'dan beri ordayız, inşaat iznini yeni aldık”. İçme suyu kaynaklarını zehirleyecek, geri dönülmez bir tahribat yaratacaklar. Salda Gölü ile aynı zamanda olmasa “ah bu ülkemizi sömürenler” diye feryat edilecekti belki. Halbuki ne farkı var Türkiyeli şirketlerden. Salda’nın ihalesini kapmak için de sıraya girmedi mi inşaat şirketleri, girdi. Zaten en başta oturup kalkıp AKP bunları planlamıyor mu, planlıyor.
Tüm bu tahribata tepkiler geliyor. Tweet atıyoruz, eylem yapıyoruz. Peki en çok neye kızıyoruz? Getirip de şu doğa harikası yere ne diye beton döküyorsun kardeşim, diyoruz. Örneğin CHP, Salda Gölü için eylem yapıyor. Ancak hatırlıyoruz, daha şubat ayında ilçenin CHP'li Belediye Başkanı Nuri Özbek projeyi çok doğru buluyor ve onaylıyordu.
Salda ve Kaz Dağları kimin?
Kapitalizm koskoca alanları, dağları, ovaları ve gölleri birilerinin tapulu malı haline getiriyor. İşte o liberallerin ağzının suyunu akıtan muhteşem dünya. İşte o özgürlükler dünyası. Alın size özel mülkiyetin cehennemi. Geri dönülmez bir yıkım ve tüketim düzeni, tüm vahşiliği ile karşımızda. Neoliberal özgürlükler yararına her şey metalaştırılıyor, parasallaştırılıyor.
Sermaye iki türlü birikebilir; ya sermaye tarafından el konan karın temelinde yatan artı-değerin yaratılması için üretimde emeğin sömürülmesi şeklinde ya da hırsızlık, soygun, tefecilik, ticari aldatma ve her türlü aldatmaca yoluyla.* Neoliberalizm her ikisini de en üst seviyede ilerletiyor. Sermayedarlar birikimlerine birikim katmak için koca bir makine gibi işliyor. Örneğin bir yanda emek verenlerin elindeki tek güvence kıdem tazminatını gasp etmeye hazırlanırken bir yanda Salda Gölü’ne şehir kurmak peşindeler.
Talanla yüz yüze kalan doğa alanlarının hiçbiri kimsenin mülkiyetinde değil. Sermayedarlar bu alanlara “el koymayı” bir şekilde meşru olarak izah edebileceklerini zannediyorlar. Kimsenin mülkiyetinde olmayan yerlerin her biri sermaye sınıfının birikimi için tahsis ediliyor. Mülkiyetlerini çoğaltmak ve birikim elde etmek için yıkımı, hırsızlığı ve el koymayı seçenler, aynı zamanda bu adımlarıyla milyonları da mülksüzleştiriyor. Doğanın mülkiyetinin “kimsenin olmayışı” kamuya ait olduğu anlamına gelir. Ancak sermaye bu alanlara çöreklenerek tapusunu cebine koyuyor.
Kapitalizmin kolektif olana düşmanlığı, patronların her şeyi kendi mülkiyetine geçirme hırsından ve ceplerine girecek karın derdinden kaynaklıdır.
Hassasiyetler ve çelişkiler
Temelde neyle tartışma yürüttüğünüz tüm koordinatları size verir, konumları netleştirir. Tüm dünyayı yiyip bitiren kapitalizmle, mülkiyetle bir çelişkiniz yoksa ortaya koyduğunuz siyaset ana çelişkinin etrafından dolanarak ilerler. Tüm bu yıkımları konuşurken mikrofon hep “çevre duyarlılığı” olanlara uzatılıyor. Mülkiyet tartışmasını ve yoksulların kitlesel olarak mülksüzleştirilmesini temel çelişki olarak ele almayan sayın duyarlıların bu hassasiyeti oldukça sahtedir. Tıpkı Greenpeace’in “dünyayı korumak için” diye sıraladığı fonlu projeler gibi.
Daha önceleri bu tür duyarlılık maskesi ile yapılan primler daha popüler olurdu. Ancak artık son vagondasınız. Yani temel çelişkilerden kopuk ve ayakları yere basmayan bir siyaset biçimi artık makinist konumunda değil. Hem liberal olup hem “doğayı katlediyorlar” diye ağlama hakkını kimseye vermememiz anlamına gelir bu.
Bir de ayrı bir dünya gibi tanımlanan “kent-doğa mücadeleleri” var. Evet, AKP bir yıkım iktidarıdır. Evet, kapitalizm tüm vahşiliği ile dünyanın tüm kaynaklarını sermayenin birikimi uğruna tüketmektedir. Bunlarda anlaşıyoruzdur. Ancak temel çelişkimiz yani kapitalizmin el koyma ve sömürme ilişkisini parçalama hamlelerimiz neden bütünsel bir mücadele hattını örmüyor? Mesela konu emek verenlerin yönetimini açık ve sadelikle anlatmaya gelince neden herkes kendi köşesine çekiliyor?
Diyeceğim odur ki kapitalizmle parça parça mücadele etmek diye birşey yoktur. Ben şu köşede “çok da siyasete bulaşmadan” biraz kent mücadelesi yürütmek isterimin de görüldüğü üzere gerçek sorunlarla herhangi bir ilişkisi yoktur.
Kapitalizm nasıl ki bütünlüklü bir şekilde ve her yerden yoksulların üzerine çöküyorsa yoksullar da aynı bütünlükle bu düzenin üzerine yürümelidir.
Bugün kıdem tazminatına göz dikilen milyonlarca emek veren,
Bugün emeklilikte yaşa takılanlar,
Bugün kentsel dönüşümle yerlerinden edilip mülsüzleştirilerek şehir merkezlerinden sürülen yoksullar,
Bugün patroncuların cebini doldurmak için ranta açılan Salda Gölü, Kaz Dağları, Munzur Dağları, Şirince…
Bunların hiçbiri birbirinden bağlantısız konular değildir. Neoliberal politikaların yağma, yıkım, tüketim ve sömürü ilişkilerinin sonucudur.
Bu dünya bir avuç patronun değil her gün üreten ve emek verenlerindir. Yaşanacak bir dünyayı kapitalizm veremez. Yağma ve yıkımın son bulması için bu düzenin her sömürü biriminin parçalanması, yıkılması gerekir. Dünyanın kaynaklarının yarın yokmuşcasına tüketilmesinin ve tüm doğa talanlarının sonu, insanca yaşamın kapısı ancak ve ancak emek verenlerin yönetiminde mümkün olabilir.