Seçimin son günleri epey hareketli geçti. Bir yandan AKP’nin yenilgi korkusuyla sarıldığı “sahte siyaset”, bir yandan son günlerin heyecanıyla oradan oraya koşturan İmamoğlu cephesi.

Umut kötü bir şey mi, hiç değil. Bunca yıl sonra özgüvenli bir muhalefet görmek ne iyi. Ancak burada muhalefet diye genellerken esasında CHP’den söz ediyorum. Özgüvenli, bir kez kazanmış ve ikinci kez kazanmaya doğru ilerleyen bir CHP ve örgütlü yapısı. İstanbul’u AKP’nin pençesinden kurtarmaya büyük bir adım atan CHP oldu. Bu başarının elbette yıllardır yürütülen demokrasi mücadelesi ile bağı var. Ancak imkanlı günleri, onlar kullandılar.

Uzun yıllardır yenilgi yıllarının yorgunluğunu, tükenmişliğini buram buram taşıyanlar büyük bir coşku içinde. İmamoğlu bazen yıllardır beklenen kurtarıcı, bazen bir ilah olabiliyor. Yenilgi yıllarının pskilojisinden çıkamayanlar, şimdi “zafere” yaklaşınca tüm travmalarını ister istemez ortaya saçıyor.

İmamoğlu çoğu zaman “şahsımın başarısı değil” dedi, tevazu sahibi olmaya çalıştı. Çünkü adaylığının açıklandığı ilk günden bugüne onun da siyasal olarak ilerlemesine hep beraber şahit olduk. Kendisi de bunun farkında. Şaşılacak şey de yok, siyasal bir zorlukla mücadele ederken ve boğuşurken özneler de kolektif de ilerler. Ancak bunun aksine, İmamoğlu’nun bir ilah olması isteği daha baskın taraf oluyor. Kişilere önem verme isteği durdurulamıyor. -Bu konuya yine geleceğiz-

Peki neden?

Başarılar tüm toplumun ilerlemesine olanak sağlasa da başaranın kim olduğu sorusuna verilecek cevap her zaman yuvarlanamaz. Yani başaranın başarısı üzerinden kendimize pay çıkarmak her zaman mümkün değil. 31 Mart’ta elde edilen başarı CHP’nin başarısıdır, sosyalistlerin değil. Topyekün gücün etrafında kümelenmek, her süreçte o gücün destekçisi pozisyonunda kalmak sebebiyle bu başarı sosyalistlerin de başarısıymış gibi anlatılıyor. Esas sorun siyasette özne olmak vasfından geri düşülmesidir. Bu yüzden de o gücün ortaya koyduğu siyasete tabi olmakta herhangi bir sorun görülmüyor.

İleri sürülen “faşizm var” gerekçesi İmamoğlu’nun bir piyasacı olduğunu, işçiyle patronu uzlaştıracağız fikriyatını örtmez ya da gözümüzü kapatmamızı sağlamaz. Düzen partileri ve temsilcilerinin sosyalistlerle olan siyasal keskin farklarını ortadan kaldıramaz. Yani öne sürülen faşizm “yetmez ama evet” demeyi gerektirmez.

Keza bugüne kadar bu ayrışmayı ortaya koyanlar oldu. Destekçi pozisyonu reddederek bulunduğu durumda, bulunduğu güçle ve kendi siyasetiyle ilerleyenler... Bu gidişatın sonuçlarını 31 Mart yerel seçimlerinde görmek mümkün.

Dünden bugüne

Öne sürülen tezlerin doğruluğunu ve yanlışlığını ilerleyen tarih içinde görürüz. Bu tezlerin yanlışlanma olasılığı her zaman var ama ya üst üste doğru çıkıyorsa? İşte bu da koca bir risk. Öngörü yapmaya çalışmak önemlidir ama doğru öngörüyü yapmak daha da önemlidir.

Türkiye solu yıllar yılı seçimlerde risk almaktan kaçındı. Bunun için şimdi anmalarda buluştuğumuz Gezi Direnişi günlerine geri dönerek konuyu kronolojik olarak incelemek mümkündür. 2014’ün yerel seçimlerinde, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, 7 Haziran’da siyasi tutum almaktan öyle kaçınıldı ki hep “seçimlerin ne önemi var” başlığını tartıştık. Hiçbir hamle yapmadan, risk almadan, siyasete girilmeden geçilen günlerin sonunda hazırlıksız bir halde bugünlere geldik. “Başka çare yok” cümlesinin perde arkasını o geçtiğimiz günlerde aramak gerekir. Politik olarak en kuvvetli olunabilecek günler, o imkanlı zamanlar hep pas geçildi. Pas geçile geçile, İmamoğlu’nda birleşmek “tek çare” olarak kalabildi. Buna kader demek, diyalektik materyalizmin ilkelerini benimseyenler için pek mümkün değil.

Bir kritik nokta daha var. İşte bu hamle yapmadan geçilen günlerde, başaranın başarısı hep hepimize armağan edildi. Yani güçlü olanın kazandığı başarı, hiçbir siyasi hamle yapmayanlar arasında pay edildi. 7 Haziran’da HDP’nin, 31 Mart’ta CHP’nin başarısını esastan sahiplenme ve ülkenin siyasal gidişatında açılan şemsiyeye sıkışma telaşı böyle gelişti. Devrimci özne olmaktan geri düşmek ve güçlü olana sırtını dayamak böyle bir keşmekeştir. Bugün yaşadığımız sorun da bunun devamından başka bir şey değildir.

Kolektif kurtarır

Kişilere "aşık olma" kısmına geldik şimdi. Tüm bu siyasal süreçler içinde hep de hoşumuza gidecek “kişiler” gerekiyor. Son dönemin popüler yüzü İmamoğlu. Halbuki yukarıda dediğim gibi İmamoğlu çoğunlukla tevazu sahibi olmaya çalışarak topu kolektife atmaya çalışıyor. Ancak yine de siyasallığa ikna değil kişiye sevdalı olmak daha cezbedici geliyor. Siyasal olarak bir gerilikten söz ediyoruz.

Elbette toplum nezdinde konu böyle ele alınmıyor. İmamoğlu’nu ilertelen ekonomik kriz karşısında zayıflayan AKP iktidarının karşısına bir belediyecilik anlayışı koyması oldu. Siyasal bir önerme yaptı. İlk günlerini yeniden hatırlayalım, bugüne bakalım.

Yıllar yılı kendine sevdalı olmak, şimdi günün popüler yüzüne sevdalı olmayı beraberinde getiriyor. Çünkü güç ve başarı o kişiyle birleşiyor. 7 Haziran seçimleri döneminde bu kişi Demirtaşken şimdi İmamoğlu. O zaman da Demirtaş’ın hep nasıl güzel saz çaldığı konuşulmaya çalışılırken o “seni başkan yaptırmayacağız” diyerek ortaya bıçak gibi keskin bir siyasallık koymuştu.

Sözün özüne gelirsek her dönemin popülerleşen yüzleri olur. Kişiye hayranlık yerine dikkate alacağımız şey siyasallık olmalıdır. Hayran olunanın aksine Demirtaş da İmamoğlu da kişilikleriyle değil öne sürdükleri siyasal önermeleriyle ilerlediler. Hayran olunanlar, hayran olanların aynı zamanda antitezi.

Öncü olmakla popstar olmak arasında kalınca bir çizgi var; öncüleri örnek almakla popstarlara özenmek arasında da.

Siyasette tutarlılık

Sosyalistlerin tüm siyasal süreçleri göğüslemek zorunluluğu vardır. Özne olmak, kendi siyasetini ileri sürmek, bunu halkla buluşturmak en başta geliyor. Hiçbirinin öyle çarçabuk olduğunu söylemek mümkün değil.

Her yıl seçime gidilen ülkemizde kendini sınamak ve halkın da seni sınamasına imkan sağlamak üzere toplumu devrimci siyasetle buluşturmak da bunun bir parçası. 31 Mart yerel seçimlerinde kim ne yaptı ve yapmadı, bunu herkes biliyor.

Seçimlerin usulsüzce iptal edilmesi ve Erdoğan’ın diktatörlükte direnmesi hiç beklenmeyen bir son değildi. Halkın iradesinin açıkça gaspı karşısında demokrasinin tarafında olmak bir zorunluluk olarak önümüze geliyor.

Mücadelede süreklilik önemli olduğu kadar tutarlılık da önemlidir. Seçime girmenin, bir özne olarak kendi siyasetini sürdürmenin yanında böylesi zamanlarda topluma karşı sorumlulukları da yeniden gözden geçirmek gerekir. Konjonktür içinde tutum almamanın sonuçlarını yukarıda tartıştığımız gibi yanlış tutum almanın sonuçlarını da tartışacağız, keza zamanla bunlar önümüze gelecektir de. Neden CHP ile yürümüyoruz anlatımını yaparken en başa yine de “yurtseverlik” yazmak ya da her koşulda kavgayı CHP’ye karşı vermek yerine; başta işçi sınıfının ve bu ülkedeki tüm halkların düşmanı olan sermaye iktidarı AKP’nin yenilgisine yönelmek gerekir. Eğer emperyalizmi anlatacaksak, Mahir Çayan’ın tezlerini bir kez daha hatırlamak gerekir: Emperyalizm içsel bir olgudur. Sınırları aşmaya çalışan cüretiyle AKP, tam da bunun temsilcisidir.

Sosyal demokratlıkla, düzen partileriyle kendini ayıranların; konjonktürün gerektirdiği kararları almasıyla üzerinde taşıyacağı herhangi bir kaygı yoktur. Siyasal gereklilik ve sorumluluklar, bugüne kadar tutarlı bir siyasetle yürüyenlerin kolaylıkla taşıyabildiği bir yüktür.

Rusya’da Ekim Devrimi arefesinde Geçici Hükümet’in başbakanı olan Aleksandr Kerenski, Lenin hakkında idam kararı çıkarmış, Bolşevikler’in Pravda gazetesini yasaklamış ve Bolşevikleri tutuklayarak parmaklıklar ardına hapsetmiş durumdaydı. Kerenski, Rus ordusunun başına Kornilov’u geçirmişti. Kornilov’a verdiği talimatlar ile Bolşevik örgütlenmenin önüne geçmeye de çalışıyordu. Bir süre olaylar böyle gitse de Kornilov, Kerenski’nin koltuğunu devirmek için darbe girişimine hazırlanıyordu. Bu süreçte Lenin darbeye karşı; hakkında idam kararı çıkartan, onu Alman ajanı ilan eden, örgütlenmenin önüne geçmek için her türlü adımı atan Kerenski’nin tarafında oldu. Kornilov ilerleyen günlerde çatışmadan teslim oldu, Bolşevikler tüm süreçten güçlenerek çıktı. İktidarını devrimciler sayesinde koruyabilen Kerenski, elbette darbe girişiminin ardından da saldırılarını sürdürdü. Kerenski’nin taleplerini reddeden Bolşevikler Kışlık Saray’ı basarak Geçici Hükümet’e son verdi: “Bütün iktidar Sovyetlere”

Tarihin bu sayfasına bir özetle neden döndük? Kornilovların yenilmesi için Kerenskilerin kalması gerekebilir. Burada Kerenskilerin ömrünü uzatıp kısaltacak olan etken yaprak gibi sallanmayan sosyalistlerin tutumudur. Nitekim Bolşevikler bugünlere varana kadar 1905 yenilgisini görerek, yine de her imkanı değerlendirip güçlü bir siyaseti ve örgütlenmeyi sağlayarak ilerlediler. Deneyimlerden ders çıkarmak, anlayanlar için baki bir yöntemdir.

 

Tüm bu süreçler halk adına bir diktatörlüğü engellemek ya da devirmek adına göğüslenmesi gereken süreçlerdir.

Sosyalistler tüm kritik süreçlerin tarafıdır, piyasacı politikaların taraftarı değil.
Başka bir güce, siyasete tabi olmakla değil kendi devrimci gücümüzle siyasetimizi yürütmek ve ilerletmekle mükellefiz.
Sadece kendimiz ve kendi aidiyetimizden değil tüm halkların yarınından da sorumluyuz.