Enflasyon ve işsizlik artışı bitmek bilmiyor, geçim derdi dayanılmaz hal alıyor. Büyük şehirlerde yoğunlaşan emekçi sınıflar, 31 Mart’ta AKP’ye unutamayacağı bir yenilgi yaşattı. Verilere, geçim derdindeki milyonların değerlendirmelerine bakılırsa İstanbul’da 23 Haziran’da ikinci yenilgiyi yaşatmaya hazırlanıyorlar.
AKP devletin sınıfsal karakterini, yaklaşımını verdiği cevaplarla çok açık temsil ediyor. İletişim çağında, seçimli süreçlerde geçim derdinin üstü örtülemiyor. Medyayı emekçilere kapattığını sanan AKP bir saniye ile gerçek yüzünü açık edebiliyor.
“Yenilmez yıkılmaz” görülen, sermaye egemenliği altındaki “devlet geleneğinin” de altlarından kayıp gitmesine adeta hizmet ediyorlar. Geçinemez kıldıkları emekçi sınıflarda her gün, her saat büyük öfke uyandıracak devlet yaklaşımını alçakça sergiliyorlar. Ekonomik krizden sermayenin egemenliği ile çıkmalarının imkanı ve ihtimali yok, AKP hükümetken külliyen yok. Birbirlerini ele veriyorlar. Seçim sürecinde alışıldık düzen siyasetçisi vaatlerinin yerini artık yeni rejimin unsurlarının “eline yüzüne bulaşan” AKP’lilerde cisimleşen devlet açıklamaları aldı.
İlk akla gelen, iki üniversite bitirdiği halde işsiz olduğunu haykıran bir kadına Erdoğan’ın “eşin çalışıyor ya yetmiyor mu?” mealinde cevap vermesiydi. EYT’li işsiz kadın Erdoğan’la sürdürülmek istenen baskı aygıtına karşı kendini ifade ederek gerçekliğin görülmesini sağladı.
İşsiz bıraktıkları 7 milyon 669 bin (DİSK, geniş tanımlı işsiz sayısı) kişinin ve dalga dalga etkilenen ülkenin, bu açıklamalarla sakin kalabileceğini beklemeleri kadar büyük bir ahmaklık olamaz.
Dönemin devletini asıl karakterize eden AKP Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu’nun “emekçilerin günde üç öğün çay ve simitle beslenmesi, böylece asgari ücretle geçinebileceklerini” anlatmasıydı: “Bir çay, bir simit iki lira. Beş kişilik bir aile bir öğünde 10 lira. Günde 30 lira. Ayda ne yapar, 900 lira. 2020 lira eksi 900 lira ne yapar; demek ki 1120 lira cebinde kalıyor. Daha mı iyi daha mı kötü?”. Bu “devlet büyüklüğünü gösterir” denildiğinde verilecek iyi bir örnektir. Sermaye egemenliğindeki üretim ilişkilerini yöneten “günümüzün devletinin büyüklüğü” ayaklar altındadır.
Bu şartlarda bu gidişatla iktidarın sermaye egemenliğinde kalmasına neden izin verelim? Patronlar bu devlet yapısı ile emekçileri daha iyi sömürsün diye mi? Üretenler direniyorlar, işsizler hesap soruyorlar. Üretenlerin örgütlü gücü, üretim ilişkilerinin değişmesi yönünde iradesini ortaya koyabilir.
Antep’te geçinemediği için bedenini ateşe veren ve dört gün sonra kaybettiğimiz Eyüp Dal için de aynı düzenin belediye yetkilerinin açıklamasını buraya yazıyorum: “Eyüp Dal'ın evli olup çocuğunun olmadığı, anne babasının sağ olduğu, anne babasının üzerine kayıtlı üç katlı evi olduğu, evlerinin üst katında kendilerinin, orta katında kiracılarının ikamet ettiği, giriş kattaki 2 dükkanda da kiracılarının olduğu, babasının 2000 TL emekli maaşı olup ayrıca üzerine kayıtlı 4 dönüm zeytin tarlalarının bulunduğu anlaşılmıştır.”
Sermaye sınıfının devlette köşe kapmış pişkinlik örneğidir. Verilen bu devlet tepkileri, seçime ikna sürecinde ve oy toplama peşindeki AKP için ne kadar büyük tutarsızlıktır.
Emekçilerin kazanımları için direnen hiçbir konumun bu koşullarda tutarsız bir konumu olamaz. Bu gidişata yarım yamalak, ucundan kıyısından geçiştirici çözümlerle; emekçi sınıfların aklına tam tamına yatan yol sunulamaz. Tam bir tutarlılık ve sızdırmazlıkla ilerlenebilir.
Tam tamına süreci yönetmek, kendi devlet yapısını inşa etmek üzere emek verenlerin hakkı olduğu kadar nesnelliğidir. Bu bakımdan örneklerde olduğu gibi geçinemeyenler kendini ortaya koymak için sakınmaksızın her aşamayı kolluyorlar.
İşçi sınıfı kendini ifade etmenin imkanlarını kolluyor, sınıfsal konumu gereği kendini sakınmıyor. Bu nedenle de siyasal hedef arayışı; sermaye egemenliğini sürdüren devlet eridikçe ve süründükçe güçleniyor.