Yerel seçimler yaklaşırken şehirlerin yapılanmasına dair çeşitli vaatler dinliyoruz. AKP’nin yol yapma övünmeleri, metro ve şehir hastanelerinin açılışı bunlardan birkaçı. Bu politikaların temelinde kapitalist bir kent yapılanmasının ileriye götürülmek istenmesinden başka bir şey yok, yoksulların kentlerde yaşamını sürdürebilmesi için öne attıkları herhangi bir şeyin olması da mümkün değil.
Peki, kentlerde “olağan” olarak süren yaşam olması gereken midir? Bu sorunun cevabını analiz etmeye çalışacağız.
Kapitalizm kentleri nasıl şekillendiriyor?
Üretimin gelişmesi, emeğin bölünmesini beraberinde getiriyor. Bu çeşitli alanlarda uzmanlaşmanın ilerlemesiyle geldiği gibi mavi yakalılar ve beyaz yakalılar arasındaki ayrım olarak toplumsal farklılaşmada kendini gösteriyor. Ancak proletaryanın farklı katmanlara parçalanmış olması, onun bulunduğu konumun özünü değiştiren bir etmen değil.
Kapitalizm, bu devasa metropollerde yeni tüketim biçimlerini oluşturmak ve talep oluşmasını sağlamak zorunda. Kentlerde sabit talep engeliyle karşı karşıya olması krize sürüklenmesinin sebeplerinden biri olacaktır. Yeni tüketim biçimlerinin ortaya çıkması için yaşam biçimi önemli bir etken. Bu yaşam biçiminin sürdürülebildiği mekanlar yaratma ihtiyacı doğal olarak doğmaktadır.
Kentlerin çeşitli bölgelerinde maddi olanakları daha yüksek olanların, diğer yandan başka bölgelerde maddi olanakları düşük olanların bir arada yaşaması bir tesadüf değil. Bir fabrika bölgesinde işçilerin yaşaması ve yeni gelen işçilerin de buraya yerleşmesi devam ederken plazaların ve gökdelenlerin yükseldiği bölgelerde yine benzer beyaz yakalılar yaşamlarını sürdürüyor. Bu bölgeler kendi içinde, üretim ilişkilerini yeniden üretiyor. Aynı zamanda bu kendi içindeki döngü daha fazla lüks konut, daha fazla iş merkezi, daha fazla AVM yaratıyor. Bitmek bilmeyen beton ve rant doğuyor.
AKP’nin 2012 yılında şanlıca ilan etmiş olduğu kentsel dönüşüm projesine bir dönüp bakalım. Tarlabaşı’nda, Sulukule’de, Fikirtepe’de lüks konutlar ve villalar inşa edildi. Devlet buralardaki insanların evlerine el koyarak onları mülksüzleştirdi. Buralarda yaşayanların bu yeni lüks konutlara sahip olması mümkün olmadı. Peki ne oldu burada yaşayanlara? Küflü bodrumlardaki, yıkık dökük apartmanlardaki yaşam çok benzer başka bölgelerde sürmeye devam etti. Keza bu yeni yaşam alanında bir mülk verilseydi de yoksulların burada yaşaması yine mümkün olamazdı. Rezidansların arasında sürdürülebilecek bir yaşamı hiç görmediler, sosyoekonomik konumları onları zaten gitmeye mecbur bıraktı.
AKP kentsel dönüşümle bu bölgeleri soylulaştırdı. Yeni bir tüketim alanı oluşturdu, yarattığı bu lüks yerleşim yerlerini tüketim ilişkisine açtı. Bu bölgelere gelenler, yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalan alt sınıfların hiç sahip olamadığı imkanların kat be kat fazlasına sahipler. Bu sebeple kendi yaşam alanları oluşuyor, yeni bir yaşam şekilleniyor. Sulukule’de villalar ile mahallenin geri kalanı arasına konulan bir büyük kapı, alt sınıflarla küçük burjuvaların arasına örülen beton duvarların en gerçek halidir.
Sistemin sınıfsal konum, üretim ve tüketim ilişkileriyle şekillendirdiği kentler; yoksulları merkezlerden sürdü, AKP bu yeni yaşam alanlarında kendi soylularını yaratmak peşine düştü.
Öte yandan tüm propaganda, biraz daha süslü ve imkanlı yaşamların sürdürülebilmesi için ona bağımlılığı artırmak yönünde. Mevcut yaşam alanları ve yeni kurulanlar içinde sürecek yaşam, insanların elindeki imkanla orantılı olarak şekilleniyor. Bencil, konformist bir kitle kültürü bizzat kapitalizm tarafından pompalanıyor. Bu şekilde dile getirilmeyen kitle kültürünün, egemen burjuva ideolojisinden başka bir şey olmadığını bilelim. Aynı kentin iki farklı ucunda yaşanlar, aynı kültürün depolitize etme işlevi ile her gün yeniden karşı karşıya kalıyor. Bir yanda sahiplenme, diğer yanda kabullenme olarak bunu tanımlamak mümkün olabilir.
*
Kapitalizmin “güzel” günlerinde bazı planlamalar istedikleri yönde ilerleyebilir. Ancak geldiğimiz aşamada bundan söz etmek mümkün değil. Ekonomik kriz derinleşiyor.
Gelirin düşmesi, işsizliğin artması; kriz günlerinde emek içindeki çatışmayı değil emek-sermaye arasındaki çatışmayı keskin hale getiriyor. Halbuki bugüne kadar; düzenli bir işe sahip olanlarla işsizler arasında ya da sınıf içinde etnik köken sebebi ile çıkan çatışmalar kapitalizm için bir tehdit oluşturmadı. AKP’nin bugüne kadar yürüttüğü politikalarla bu çatışmayı körükleyici rol oynadığını görebiliriz. Erdoğan’ın “kaymak tabaka” diyerek çeşitli yerleşim yerlerini hedef alması, Kürt halkına yönelik faşist politikaları, bir sermaye iktidarının en berrak halini bu çelişkide bize gösteriyor. Elbette ki sermaye iktidarları çatışmanın emek içinde kalması için çabalayacaktı, bugüne kadar tüm gayretleri bu yönde oldu. Ancak bir sona doğru yaklaşıyoruz. Ayrıştırmacı bu politikalar, ekonomik krizde emek-sermaye çatışmasının önüne geçemeyecektir.
Ayrıca demeden geçmeyelim, Erdoğan’ın kaymak tabaka diye adlandırdığı yerleşim bölgelerinin tamamı yukarıda da değindiğimiz gibi bizzat AKP’nin, kapitalizmin eseridir. Bu sistemin hizmetçilerinin “kaderinde” bir yandan övünüp bir yandan dövünmek var.
Gidişata müdahale
Ekonomik kriz her ne kadar işçi sınıfının bilinçlenmesini sağlasa da öfkenin sermayeye yönelmesi bir vahiy yoluyla gerçekleşmeyecek. Şehirlerin ücra bir köşesine itilenlerin, yaşam alanları alt üst edilenlerin sayısı ancak milyonlarla ifade edilebilir. Tüm bu gidişatta, şehirlerde emek mücadelesinin bayrağını taşıyanların her bir adımda müdahaleci bir pozisyonda olması gerekir. Kapitalizm tarafından yayılan ve epey yerleşik halde olan kitle kültürünün ezilmesi için “edebi eşitlik cümlelerinden” daha fazlasına ihtiyacımız var. Esneklik, öngörüsüzlük ve hedefsizlik; kriz koşullarında kapitalizme karşı işçi sınıfının yürüteceği siyasal mücadeleyi yaratamaz.
Bunun yanında yine de kulağımıza çeşitli orta sınıf mızmızlanmaları gelecektir. Yeni kent soyluları, bir avuç mülkünden olmamak için bir süre sessizliği, kendi köşesine çekilmiş olmayı tercih edebilecektir. Kaybedecek bir şeyi olmayanların yanında sahip olduklarına sarılanlar, krizin darmadağın edeceklerinin farkına er ya da geç varacaklar. Bu bilincin yayılması çalışan yoksullar ve işsiz yoksulların politik ve ideolojik mücadelesi ile gerçekleşebilir.
Sona gelmişken Friedrich Engels’den bir alıntıyla bitirmek yerinde olacaktır. Kurtuluşun yolunu en net hali ile bize bir kez daha anlatıyor:
“...Kapitalist üretim biçiminin işçilerimizi her gece içine kapattığı hastalıkların üreme yeri, rezil, delik deşik bodrumlar ortadan kaldırılmamıştır, başka yerlere kaydırılmıştır. Onların ilk yaşadıkları ekonomik koşulların zorlukları aynı şekilde sonraki yerinde de yaratılmaktadır. Kapitalist üretim biçimi var olmaya devam ettiği sürece, konut sorunu ya da işçilerin kaderlerini etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözüleceğini beklemek budalalıktır. Çözüm, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasından ve bütün geçim araçlarına ve iş araçlarına kendi işçi sınıfının el koymasında yatmaktadır. (Friedrich Engels, Konut Sorunu)”