Son zamanların popülerleşen bir kavramı var: İyilik. “Dünyayı iyilik kurtaracak” masumiyeti pembe bulutlarla sosyal medyayı süslüyor ama yetmiyor “iyilik savaşçıları” aramızda da dolaşıyor.

Son dönem gençlik dizilerinden birinde, bir üniversitede geçiyor olay. Bir grup üniversiteli genç ellerindeki broşüre heyecanla bakıyor; broşür onları fakirlere çorba dağıtmaya çağırıyor. Bizim iyilik savaşçıları durur mu? Hemen organize olup fakirlere çorba dağıtmaya gidiyorlar ve yüzlerindeki mutluluk hiçbir şeye değişilmez. Bu arada “fakirler” hiç konuşmuyor, sessizce çorbalarını içiyorlar, az gülümsüyorlar. Diğer yandan bu sahne, yine sosyal medyada izleyenler tarafından epey alkış topluyor.

Olayda ne fenalık var diye düşünmeyelim. Çok büyük bir felaket var. Popüler kültürün malzemesi olmaktan ileriye gidemeyen bu sahne, zaman zaman bir yaşam mottosu olarak öne sürülüyor. Yani, etliye sütlüye bulaşmadan yaşamak isteyenler ama kendine de dışardan toz kondurmak istemeyenler topluluğu türüyor. Bu tavrın iç yüzünde son derece sahte, ikiyüzlü ve bencilce bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkün. İyilik olarak tanımlanan davranışlar bütününden dolayı ortaya çıkan evcil bir kendini beğenmişlik kendini saklayamıyor. Korkakça da hallerinden memnunlar. Bilinçli bir şekilde bu düzenle hiçbir çatışmaya girmiyorlar. İşte felaket burada.

KAPİTALİZMDE İYİ MÜMKÜN MÜ?
Bu tavrı bir bataklık olarak tanımlasak yeridir. İmkanı olana, imkanı olmayanın mecbur olduğu ve imkan sağlayanın ise işin özünde gittikçe daha fazla haz duyduğu bir döngüdür bu. Ne iyilik yapmak ne de burada bahsettiğimiz bu bencillik ve kendini beğenmişlik “insanının doğasında var” diye geçebileceğimiz bir konu değildir. “İnsanın doğasını” savunmak bilimselliğe baştan sona aykırıdır. Toplumları ve yaşayış biçimlerini ekonomik sistem şekillendirir, bireyleri ise toplum. Burada esas tartıştığımız; kendi sorumluluğu olan şeyleri olmayanlardan ayırt edenlerin, iradesini kendi sorumluluklarıyla sınırlayıp geri kalan şeylere hiç etkilenmeden tahammül etmesidir. Bu bilinçli tercih elbette eleştirilmelidir.

Sorunlar karşısında ortaya konulması gereken çözümler, canlı bir fikir etrafında tartışılması gerekirken -dışardan her ne kadar toplumcu gibi görünse de- sonuna kadar bireyci olan bu yaklaşım her türlü kolektivizmi kısırlaştırıyor. Çünkü gerçek çözümler, kendi imkanlarından birazını bağışlamanın ötesine geçiyor.

Zenginlerin kitlelerin cebinden aldığını, kendi elindekinin bir kısmını vererek kapatma cüretini veren de muhafazakarlıktır. Düzenin koca koca sivil toplum kuruluşları kurması, sokakta yürürken UNICEF için kredi kartımızdan sadece beş lira istenmesi, Avrupa Birliği Projeleri’yle bu STK’lara milyarlarca para dağıtılması, uluslararası alanda iyilik elçilerinin seçilmesi boşa değildir. Kapitalizmin ürünü bu kurumlar, orta sınıfla muhafazakar mutabakatıdır. Yani “sen beni elleme imkanlarınla yetin, ben de böylece o kadar gaddar görünmeyeyim” anlaşmasıdır. İmkanlara sahip olanlar, yoksullara lütfettikleriyle hayatın bayram içinde geçeceğini zannediyor. O yüzden ilk başta bahsettiğim o dizi sahnesinde “fakirler” diye anılanlar hiç konuşmuyor, yetinircesine gülümsüyor sadece. Halbuki gerçek hayat bu pembe dizinin çok ötesinde. Kapitalizmin, orta sınıfın sadaka diye sunduğu imkanları elleriyle üretenler hakkını alırken bu kadar sessiz, bu kadar mağrur olmayacaktır.

ETİK: İYİYİ ADLANDIRMA BECERİKSİZLİĞİ
Konuya dair ek bir parantez açmak gerekirse; etik her şeyden önce günümüz dünyasının bir iyiyi adlandırma ve ona ulaşmaya çalışmanın tipik yeteneksizliğinin adıdır. Gaddarlıkları görmenin yarattığı rahatsız edici his, düzenle anlaşmalı olarak gideriliyor. Her atılan adım ise daha fazla öznel teslimiyete ve kapitalizmin kurduğu bu ağların bir kez daha dokunmasına yol açıyor. Eğer bir etikten bahsedeceksek, bu ancak hakikatin etiği olabilir. Yani yoksullara çorba dağıtanların bu “iyi” davranışı da genellenemez haldedir. Karşısına çıkacak ikinci adımda, toplumsal koşulların ya da sahip olduğu fikrin onu nasıl yönlendirdiğini görürüz. İstanbul’un bir mahallesinde kendine benzeyenlere seve seve çorba dağıtmaya aday olanların biri, bir Suriyeli mahallesinde de aynı şeyi yapacak mıdır? Burası tartışmanın ikinci başlığıdır. Ya da bir dernekte biri, çocuklara gönüllü öğretmen olup oyunlar oynarken pek çok alkış alır, bu bir iyilik derecesi olarak görülebilir. Aynı kişi Kürt sorunu hakkında konuşmaya başladığında ve Kürt çocuklarının anadilde eğitim alması gerektiğini savunduğunda aynı alkışları alacak mıdır? Herhalde taraflar az çok belli olmuştur. Özetle burada etik diye savunulan iyiliğin çöpe, etiği genelleme çabasının da mezara çoktan girdiğini görebiliriz. Kişilerin değil gerçeklerin etiğini konuşursak doğru bir zeminde ilerleyebiliriz. Yoksulluğun ve sömürünün temeli olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılması sosyalist siyasetin ilkesidir. Eşitliği savunanlara ekstradan bir iyilik etiketi yapıştırmamıza gerek yoktur. Sosyalist siyasetin etiği zaten bunu gerektirir.

İYİLİK SOLCULUĞUN NERESİNDE?
Toplumsal devrim ummaktan acizler, kapitalist bir ekonomi ve parlamenter bir demokrasi mantığını rahatça kabullenmiştir. Bunlar liberal bir haklar savunusuyla beraber, kendilerince bir yığın “cahile” etik anlatmak peşine de düşerler. Her yerde etiğe dönüşün yolunu açan ve müjde olarak selamlanan ünlü "ideolojilerin sonu" bir mevcut durumdaki zorunluluğu kabullenmekten başka birşey değildir. Düzeni daha fazla içselleştirmenin yolunu seçmişlerdir. Burada kolektif bir kurtuluş siyaseti çoktan terk edilmiştir.

İşin iç yüzünü sere serpe açtıktan sonra anlaşıldığı üzere, iyilik yapmanın solculukla da hiçbir alakası yoktur. Hatta görüldüğü gibi kapitalizmle epey alakası vardır. Sisteme hizmet edenler, onunla çatışacak cephelerde asla yer almazlar.

Peki bu kavramın muhteviyatına solcuların katkısı olmamış mıdır? Ne yazık ki olmuştur. Ancak bilelim ki ne yoksullara çorba dağıtmak ne de çeşitli dayanışmalarla işçileri bir araya getirmek siyasal bir faaliyet değildir. Uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Bu faaliyetler kümesinin faydasından ziyade zararını konuşabiliriz. Kitleleri oyalamaya kalkmak, yürütülecek siyasete ket vurmak ve hatta bir özne olarak mücadeleye katılmak isteyenlerin önünü kapatmak niyetten bağımsız -ki bu da sorgulanabilir- açık suçtur. Esas güç; yoksulları, işçileri bir araya getirecek ve bir kıvılcım yakacak fikrin önderliği olabilir. Başka hiçbir şey bunun yerine ikame edilemez.

YOKSULLARIN GERÇEKLİĞİ
Tek cümleyle özetlemek gerekirse, ‘şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir’ diyor Marks. Yani düzenin sürdürücüsü patronlar ve alkışçıları bir yana, sömürülenler bir yana. Arada kalınan, arası bulunmaya çalışılan bir durum söz konusu olamaz. Siyasal fikirler, tüm toplumları da iki kutba böler.

Emile Zola’nın Germinal kitabından uyarlanan filmde, bizlere şimdi her yerde anlatılmak istenen “yardımseverlik” maskesini parçalayan gerçek bir an var. 8 yaşında madene inen ve ilerleyen yaşıyla artık kömür kusar hale gelen evin büyükbabası, maden işçisi Bonnemort, ona kolunda sepetiyle yemek getiren burjuva ailesinin kızını boğarak öldürür. İşte gerçek sahne! Bu kavramları ne boyutta tartıştığımızın göstergesi olmuştur.

Pembe bulutlar sadece patronların başında döner. Ucundan gösterdikleri sahte yaşam işçi sınıfı için hiçbir şey ifade etmez. Çünkü hakkı kapitalistlerin sahip olduğu imkanlardır, kendi ürettiklerine el koyma gücü vardır.