Ülkenin yarısı, hatta daha fazlası, parlamentonun ayakta kalması için 24 Haziran’da tek adam rejimi ile çeliştiğini ortaya koydu. Kriz koşulları sertleştikçe çelişki, rejimin aleyhine işliyor.

Bugüne gelecek olursak, enflasyonun %20’ye dayanması, fiyatların el yakması, AKP’nin yerel seçimlere yaklaşırken büyük kabusu oldu. Halkın cebini doğrudan etkilediği için eli ayağına dolandı.

Rejim, her yerde “düşük faiz” anlatan Erdoğan’ı inkar ederek, enflasyonu düşürmek için piyasanın faiz artışı kuralına sarıldı.

Dünyaya kör göze parmakla “Merkez Bankası bağımsız” görüntüsü verilmeye çalışıldı. Tabi ki ilk fırsatta sözde bağımsız Merkez Bankası’na suç atılabilecek, hemen mağdura yatılacak. Piyasa ekonomisini savunanlar bile durumun “toparlanamaz” olduğunu anlatıyor. Delik girdap halini almış, hala nafile bir “dikişi tutturma” derdindeler.

**

Krizi yaratarak sözde önleme operasyonu çekenler için aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık! Faiz artarsa yandaş inşaatçının maliyetleri artacak, işleri duracak. Ekonominin bel kemiği haline getirilmiş olan “beton ekonomisi” durunca işsizlik katlanılmaz boyutlara varacak.

Faiz, enflasyonu düşürmek için, TL değer kazansın diye %24’e yükseltildi. İşe yaramayacak olan faiz artışının gecikmeyle, oranla açıklanacak bir tarafı yok. Süreci krizin derin ve yapısal olması belirliyor. Arjantin’de krizi yaratanlar %60 faiz kararı alıyor fakat enflasyonun %30’lardaki seyri engellenemiyor.

AKP enflasyon artışının başına daha büyük bela olacağına karar verdi, beton ekonomisini mecburen kenara itmek zorunda kaldı. Yüksek faiz kararı “millilik” puanı toplamaya çalışan rejimin dolara nasıl da göbekten bağlı olduğunu bir kez daha sergiledi.

Genel planda kapitalizmin bal arısı stratejisi işliyor. Krizin iğnesi o kadar derine saplanmış durumda ki çıkarmaya çalıştıkça durum ağırlaşıyor.

**

Yaşadığımız ekonomik krize “iktidar bitiren krizi” de diyebiliriz. Özal dönemi bize önemli veriler ve tarihsel arka plan sunuyor.

Erdoğan, Özal’ı hep emek sömürüsünü büyüttüğü, piyasaları serbestleştirdiği, kamunun mallarını haraç-mezat özelleştirdiği için pek bir tutardı. Ama Özal’ı bitiren yüksek faiz ve yüksek enflasyon batağına benzer biçimde paçayı kaptırmak istemedi. Saraydaki hesap çarşıdaki hesaba uymadı. Boylu boyunca enflasyon batağına saplandılar.

Esasen Özal’ın paçasından yakalayan sadece 80’lerin krizi değildi, darbeye karşı biriken öfke ve krizi yaratanlara karşı sınıf mücadelesinin adım adım büyümesi ve süreklilik kazanmasıydı.

**

Özal yıllarının (1988) krizi, bugünkü gibi bir inip bir çıkan dolar, müdahale eden Merkez Bankası politikası olarak gösterilir. ANAP her ne kadar 12 Eylül darbesinin kendisine sağladığı rahatlığı tepe tepe kullansa da 1989 Seçimleri’nde Ankara’yı İstanbul’u kaybediyor.

Ama asıl bu sürece yön tayin eden döneme ve Türkiye’deki sınıf mücadeleleri tarihine damgasını vuran “1989 Bahar Eylemleri”dir. 12 Eylül 1980 darbesine karşı “dipten gelen dalga” olarak kabul edilmiştir. 1990’lı yıllara kadar süren yerleşiklik kazanan eylemli, mitingli, örgütlü sınıf mücadelesi sürecidir. İşçilerin sayısı ve grevde geçen gün sayısı bakımından en büyük grevler tarihe kazınmıştır.

Erdoğan, dersini Özal’dan sonra iyi ezber ettiğini sanıyor. İşçilerin grev hakkını bu yüzden gasp ediyorlar, ama pek çok yerde işçiler durmuyor, direniyor, kazanabiliyor. Ama bir o kadar da örgütlü gücüne ihtiyacı ortada duruyor.

**

Bahar Eylemleri’nde darbenin getirdiği baskı ve yasak ortamına tepki yıllar süren büyük işçi miting ve grevlerine dönüşüyor ve ülkeyi sarıyor. İşçiler her türlü eylemi her türlü yolu her türlü bir araya gelişi zorluyor. Bugün krize karşı işçilerin izleyeceği yol da bu olmalıdır. Her yerde her imkanla örgütlenmeli bu “sarp ve engebeli” kriz koşullarında “kopmaz bağlarla” kenetlenmelidir.

1989 Bahar Eylemleri’ni etraflıca ele aldığı yazısında Aziz Çelik her yolu deneyen işçilerin eylemlerini şöyle saymış “işi durdurma, işi yavaşlatma, toplu yürüyüşler, trafiği kapatma, işyeri işgali, iş başında oturma, işe gitmeme, fazla mesaiye kalmama, servis araçlarına binmeme, yemek ve sakal boykotu, çocuklarını evlatlık verme, toplu boşanma davası açma, çıplak ayakla yürüyüş, açlık grevi, vezne önünde bekleme, vizite eylemi, siyah çelenk bırakma, basın bildirisi, ücret almama, alkışlı protesto, fabrika önünde soğan ekmek yeme, bordroları postalama, bordroları balona bağlayıp uçurma, tüm ailece yürüyüş başlıca eylem türleriydi.”

Sürecin sonunda ANAP’ın emek düşmanı politikaları geriletildiği gibi iktidarını da bitirdi.
Özal da Erdoğan gibi yere göğe sığdırılamıyordu. Yenilmez yıkılmaz görülüyordu. Darbeciler arkasındaydı, piyasa ekonomisi arkasındaydı, popülizm meraklıları arkasındaydı, “dış güçler” arkasındaydı. Ama halk ve işçiler arkasında değildi.


**

İşçiler dayanılmaz koşullarda ne yapacağını 3. Havalimanı’ndaki kalkışma ile gösterdi. Her yerde “dünyanın en büyük havalimanı” diye havasını attıkları 3. Havalimanı her gün işçilere mezar oluyor. Gelen ambulansın sireninin bile çalınmasına engel oluyorlar. İnsanlık dışı koşullarda, maaşlarına el konularak katlansınlar isteniyor. İşçilerin anlatımı ile 3. Havalimanı’ndaki eylemlere 40.000 kişinin çalıştığı yerde %90 katılım sağlandı.

İşte krizin boyutları; dışarıda artmakta olan işsizlik tehdidi ile, dünyanın “bir numaralı” denilen işyerlerinde çağdışı koşullara, ölümlere işçilerin katlanması bekleniyor. İşçilerin haklı ve güçlü direnişleri sürmeli; kazanımlarının kalıcılığı için, ülkeye yayılması için, işyeri komitelerinde bir araya gelerek masaya yumruğunu indirmelidir.

**

Emekçider’in tüm sosyal medya hesaplarını takibe aldığınızda göreceksiniz. Her gün farklı bir işyerinde işçiler direniyor. İşyeri komitelerini kurmak için her yerde çağrılar yapılıyor. İşçiler adına “birilerinin” değil kriz karşısında “İşçiler Ne Yapmalı?” Başlığında kararlarını alma imkanı yaratılıyor.

Bu yoldan ilerlemek için temel bir dayanak noktamız daha var.

Marx ve Engels Komünist Manifesto’da diyor ki; “İşçilerin mücadelelerinin gerçek sonucu hemen o anda elde edilen başarıda değil, işçilerin durmadan genişleyen birliğindedir. Büyük sanayice yaratılan ve farklı bölgelerdeki işçilerin birbirleriyle bağlantı kurmalarını sağlayan gelişmiş iletişim araçları bu birliğe yardımcı olur. Hepsi de aynı niteliği taşıyan çok sayıda yerel mücadeleyi ülke çapında tek bir sınıf mücadelesinde merkezileştirmek için gerekli olan da sırf bu bağlantıdır işte.”

Tam da budur.