Rakamlar ağır borç yükü ile yaratılan krizin gerçek halini ortaya koyuyor. AKP gocunmuyor ama önümüzdeki günlerde bir şekilde yakasına yapışanlar çoğalacaklar.

Ekonomisi dışarıya bağımlı olan Türkiyenin rakamları, dünya kapitalistlerinin de başarısızlığıdır, finans kapital ile sonucu nerelere götürdüğünün göstergesidir.

Veriler
Dış borç: 467 milyar dolar, Türk lirası doların artışı karşısında Ocak’tan beri %40 değer kaybetti (devalüasyon), Mart 2018'de 850 milyar dolar olan ülkenin geliri 530 milyar dolara düştü.

Gelire oranı: Önceden gelire oranı yüzde 54 olan borcun, şimdi gelire oranı yüzde 84 oldu. Gelen ucuz dövizi yandaşa peşkeş çekenlere bu borcu ödetmek, bir yıkım tablosuna daha imza atmasınlar diye ülke yönetiminden def etmek hepimize farz olsun.

Faiz: Merkez Bankası’nın yüzde 17’lerde olan faizi üst üste artışlarla yüzde 25’de seyrediyor.

Dış ticaretin hacmi: Geçen yılın aynı ayına göre %15,9, bu yılın bir önceki ayına göre %6,5 azalarak çöküş aşamasına geldi.

Enflasyon: Ağustos ayı %17,9 olarak açıklandı. Ülke halkından her şeyi gizleseler bile enflasyonu, tüketilmesi zorunlu her kalemin pahalanacağının üstünü örtemezler. İşyeri Komiteleri’nde bir araya gelecek çalışanlar, önüne pahalılığa karşı ücretlerinin artırılmasını sağlamayı da koymalıdır.

Ekonomik durgunluk: Sanayi üretimi gittikçe düşüyor. Ülkeyi önümüzdeki günlerde büyük bir durgunluk (stagflasyon), enflasyon ve işsizlik bekliyor.

Yakın zamanda SEKA kapatıldığı için kağıt maliyeti fırlayan gazeteler basılamaz hale geldi. Okulların açılmasına yakın şu günlerde kitap ve defterlere zamlı fiyat ödeyecek olanlar sadece doları, sadece ABD’yi sorumlu görmeyecekler.

İşsizlik: 150 mağazası olan Hotiç ayakkabı borcunu ödeyemez duruma geldi. Bu nedenle iflas bayrağını çekmemek için erteleme (konkordato) ilan etti. Markalar ard arda sıralanacaklar. Marka olduğu için, ürün satma açısından küçük firmalara göre daha avantajlı olacağını düşünürsek ve Hotiç mağazalarında en az üç kişi çalıştığının altını çizersek, 3,5 milyon denilen ama gerçek boyutu fazla olan işsizliğin bir anda nasıl hortlayacağını da görebiliriz. İnşaat sektörü ise, çok daha büyük riskler barındırdığı için daha fazla işsizlik olması bekleniyor.

Pahalılık: Ekmeğin hammaddesi bir çuval unu 95 TL’den alarak ekmek yapanlar, artık unun bir çuvalını 175 TL’den alacaklar. Temel gıda maddesi ekmek olanlar, doğrudan etkilenecek.

Krizi Yaratanlar, Besleyenler
Krizi yaratanların yıkım listesi bitmek bilmiyor. Ama saray rejiminin başı, bulunduğu yeri pek bir güvende görüyor, Erdoğan bu tabloya “bu da geçer” diyor. Yanında da Maliye Bakanı’nın suratından eksik olmayan dalga ifadesi görünüyor. Geleneksel burjuvazi de, bu Ortaçağ meraklılarını alkışlayarak, tam desteğini açıklayarak; modernlik konusunda ilkesizliğini, iki yüzlülüğünü dört dörtlük ilan etmiş bulunuyor.

Bu takım, çok güvendikleri büyüme rakamlarına yaslanarak topladığı oyları ve besleyemeyeceği yandaşlarını artık kaybedecekler. Vaat ettikleri tüm rakamlar dört kat fırlamış bulunuyor.

Sabah akşam “reform” ile konunun çözülebileceğini anlatanlar yanlış yoldalar. “Bir kısım” özgürlük ilan edilirse ekonomik sorunların üstesinden geleceğini söyleyenler de, bu gözü dönmüşlüğün bir parçası olmak dışında bir işe yaramıyorlar. 2001’den beri ağızlarına aldıkları her “reform” yandaşa peşkeş çekilen inşaat ekonomisi, parsel parsel özelleştirilen kamunun malları anlamına geldi. Ayrıca bu hanedan takımından “reform” beklemek de başka bir yanlış. Albayrak’ın dalga geçen konuşması neydi? “Neymiş bu yapısal reformlar...”

Kapitalizmin krizinin “reform” ile iyileşeceğini, sarayın halk için parmağını oynatacağını beklemek asrın hatasıdır. Tüm hareket planı eski uygulamalarını sürdürmek, önüne gelen her sorunu inkar ve yalanla kapatmak üzerinedir.

Klasik sermaye hareket yasaları ile alaka kurmak konusunda zorlanıyorlar. Anlaştıkları patronların varlıklarına “ben dedim oldu” ile el koyarlarsa şaşırmasınlar.

Bu gidişle emeği ile geçinenlerin sabır taşı mutlaka çatlayacak. Krize karşı direnenler, direnecek olanlar bilsinler, Kapital’de Engels koşulların iyileşeceğini bekleyip duranlara şöyle sesleniyor "Dört gözle beklenen refah dönemi gelmeyecek; ne zaman onun habercisi olan belirtileri gördüğümüzü sansak, yeniden buharlaşıyorlar. Bu arada birbirini izleyen her kış şu soruyu yeniden gündeme getiriyor: ‘işsizleri ne yapmalı’ ama işsizlerin sayısı yıldan yıla kabarırken ortada bu soruya cevap verecek hiç kimse yok; ve biz neredeyse işsizlerin sabırlarını yitirecekleri ve kaderlerini kendi ellerine alacak anı hesaplayabilecek durumdayız." Direnenler bu durumdan ve noktadan asla şaşmamalıdır. Emin olunuz bu sefer sabırlarını yitirenler saraya dilekçe vermek istemeyecekler.

Emek Gücü Olmadan Nefes Alamazlar
Başı sıkışan yönetim ve sermaye, ya sermayesini kaçıracak ya iflas bayrağı çekip kenara çekilecek ya yığınlarca işsizlik yaratacak, emeğin, emeklinin hakkından çalacak, ucuz işgücü arayacak.

Sermayenin merkezileşmesi gereği başta beton ekonomisinde yığdıkları büyük makineler, satılamayan beton yığınları kendi başına işlerine yaramaz. Çünkü hepsi ölüdür, işçide varolan emek gücü ise canlıdır. Emek gücüne (emeği mallarda somutlayan fiziksel zihinsel insan yeteneklerinin hepsine diyoruz), emek gücünün artı değerine, sömürüyü büyütmeye mecburlar.

Emeği ile geçinmek zorunda kalan sigortalı-sigortasız, kayıtlı-kayıtsız, sendikalı-sendikasız, iş arayan-aramayan, ümidini yitirip iş aramayan, istatistiklere alınmayan kadınlar gençler, köylüler geçinemediğinde illa ki birlikte bir karara varacaklar ve ülke için politik mücadele yürütecekler.

Solun, muhalefetin beklemesi, günü bırakın saatleri tüketmesi kabul edilemez. Siyasetsiz, hedefsiz, eylemsiz kalmayalım sadece açıklamalarla bırakmayalım. Bu açıdan Emekçi Hareket Partisi olarak “krize karşı mücadele, üretenlerin gidişata el koyması için zorunludur” diyoruz. Açıklamamızı buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Hem İstanbul’un ülkenin dört bir yanında dinamik bir mücadele yürütüyoruz.

Yeter ki Direnenler Yılmasın
Yetti artık, var olan direnişlere katılanların azlığından sızlanan muhalefet yapma biçimleri. Varsa bir çıkış noktamız o direnişin iliğini kemiğini sömürmek dışında bir işe yaramıyor.

Kaynak göstermek her zaman etkilidir. Lenin sürekli yığınların ilgisizliğinden şikayet edenlerle sert tartışma yürüttüğü için de yol alabildi. Bolşevikler koşullar ne olursa olsun, azınlık ya da çoğunluk olsunlar, sermayenin egemenliğinden emeğin egemenliğine adım atmanın derdini hiç bırakmadılar.

Nisan Tezleri’nde mümkün olan devrimden bile uzak duran, milyonlardan ayrı kalan menşevikler ile tartışmasında şunları ifade etmiş Lenin: “Bu program yoluyla en yoksul ‘en yeteneksiz tabakalara’, yığınlara, memurlara, işçilere, köylülere; yalnız bizimle birlikte olanlara değil, özellikle sosyalist-devrimcilere, partisizlere bilgisi az olan kişilere yaklaşalım. Onları kendi kendilerine düşünüp fikir yürütmeye, kendi kendilerine karar almaya, kendi delegelerini konferansa, sovyetlere, hükümete göndermeye sevketmek için uğraşalım; o zaman, konferansın sonucu ne olursa olsun emeğimiz boşa gitmiş olmayacaktır. Çabamız, hem konferans için, hem Kurucu Meclis seçimleri için, genellikle bütün siyasal eylem için yararlı olacaktır.” Hatırlatmakta fayda var, Ekim Devrimi ile bu konu da tam anlamıyla doğrulanmıştı. Burada yine solun hiç hazzetmediği bir ayrıntı var; hükümet ile restleşmek için üretenlerin karar alacağı yollar. Artık bu yoldan hazzetmeyenlerin dönemi geride kaldı, ezilenler sömürülenler karar alacak ve yürüyecekler.

Üretenler Karar Alır Yürürse
Ülkenin yarısı saray rejimine onay vermedi. Ne türlü seçim sayımı yapılırsa yapılsın. Böyle bir durumda ne krizi yaratan rejimi hedeflemeden, ne de üretenlerin ülke gidişatı için karar alacağı mekanizmaları yaratmadan olmaz. Bu nedenle salt rejim başlığı mı, salt sınıf başlığı mı tartışmaları doğru değildir. İş bu raddeye varınca işçi sınıfının sadece işsizlik ödeneğini korumaya çalışmakla olmaz, tablonun ne kadar kötü olduğunu anlata anlata da bir yere varılamaz, işçi sınıfının örgütsüzlüğünün bir sabitlikmiş gibi ortaya konulması asla ve asla kabul edilemez.

Emekçiler krize karşı örgütlü bir şekilde politik mücadele vermeye başladığı anda ülkenin gittiği yön de, işçi sınıfının durumu da değişecektir. Üretenlerin çalıştığı her birim ve koşula uygun biçimde katılım sağlayabileceği büyük toplantılar yapmak ve kararlar almak pek tabi ki mümkündür.

İşçi sınıfı sahneye çıktığında, hükümet ile sendikasının toplu iş sözleşmesi sonuçlanmayan işçilerin Zonguldak Yürüyüşü (Büyük Madenci Yürüyüşü Ocak 1991) buna örnektir. Bir şehir yollara dökülmüş ama bir ülkenin yönetimini sarsacak etki ile yürümüştür (Özal yönetimini “hükümet istifa”, “Yolumuz Ankara hedefimiz Çankaya” diye uyarmışlardı).

Bugün grev hakkını kullanamayan yüzlerce işçi, Flormar gibi pek çok yerde fiili direniş hakkını kullanmaya devam ediyor. Doğru bir hat; büyük, etkili, birleşik bir çözüm önerisine ihtiyaçlarının olduğu çok açık ortada duruyor.

15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinde, 1970’de sendikasına göz diken hükümete karşı fabrikalarda, komitelerinde karar alarak sokaklarda yürüyen işçiler patronlara devrim olacağı hissini o kadar vermişlerdi ki, devrim olacak diye korkan patronlar ülkeyi terk etmek durumunda kalmışlardı.

Tarih doğruluyor, arkamızda duruyor. Şimdi de patronlar yarattıkları krizin bedelini ödeyerek çekilmeli, üretenler ülkenin geleceği için konuşmalı, kararlar almalı ve harekete geçmelidir.