Polisiye kurgularında bolca bulunan bir senaryodur; aranan suçlu herkesin bir adım önündedir, bütün baskınlardan kaçar, dedektifler ne yaparsa yapsın çemberi daraltamaz. Küçük tesadüflerle en sonunda ortaya çıkar ki suçlu zaten aralarından biriymiş, o nedenle hiçbir tuzak, hiçbir baskın işe yaramıyormuş. 15 Temmuz’dan, hatta 17-25 Aralık’tan beri süren Cemaat soruşturmaları da benzer bir durum içerisinde gibi görünüyor. Somut hiçbir noktayı işaret etmeyen/edemeyen Darbe Komisyonu raporu, AKP’nin yürütürmüş gibi yaptığı darbe girişimi soruşturmalarının ve OHAL’in neredeyse bir senedir geldiği sonucu gözler önüne seriyor. Raporun çıkardığı sonuç şöyle özetlenebilir: Cemaat aslında her yerde, ama aynı zamanda hiçbir yerde.

Masum değiliz hiçbirimiz

Raporun en çok tepki çeken kısımlarından biri CHP’ye verildiği iddia edilen bağışın makbuzu oldu. Belgenin raporun açıklandığı basın toplantısında kullanılmasının nedeni Cemaat’in sadece AKP’ye değil aslında bütün siyasi partilere sızdığı söylemini desteklemek. Bu söylem uzun yıllar boyunca bütün toplumun sadece televizyon izleyerek bile farkettiği Cemaat - AKP koalisyonunun bu operasyonlar sürecinde gündeme gelinmesinden korkulduğu için dolaşımda. AKP’nin eski yeni bütün kurmaylarının zamanında siyasi şovlara dönüştürerek gerçekleştirdikleri ziyaretler, açıklamalar, toplantılar ve olimpiyatların bahanesi olarak denilen şu: Aslında her siyasi partiye sızmışlar, sadece bize değil. Bizim de hatalarımız var ama herkesin yok mu zaten? Tabi Cemaat konusunda yaratılan bu bulanıklık AKP’nin muhalefetle mücadelesinde de işine yarıyor. Örneğin Cemaat’in her kesime sızabileceği varsayımı kabul edilince, yandaş gazeteler dışında bütün gazeteler torbada kendini buluveriyor.

Bu ‘Her kesime, her kuruma, her akla girebilen Cemaat’ kavramının diğer bir yönü de şu: suç örgütü bu kadar kabiliyetli kabul edilince, hükümetin bütün sorumluluğu da bir anda düşüyor. İş muhaliflere gelince sosyal medya paylaşımları delil kabul edilirken, hükümetin zamanında sadece gördüğümüz kadarıyla bile verdiği sınırsız desteğin sorumluluğu alınmasa da oluyor.

Dört sene mi elli sene mi?

Açıklanan rapora geri dönelim. Reşat Petek’in basın açıklamasında dikkat çeken noktalardan bir diğeri de Gülen’in ve Cemaat’in onlarca yıldır yargı, polis ve TSK içinde kadrolaştığının belirtilmesi. Rapora göre Cemaat bunu yapmak için bütün siyasi partilerle iyi ilişkiler kurmaya çalışmış. Bu analizde yine büyüterek küçültmenin izlerini görmek mümkün. Cemaat’in kadrolaşması on yıllar olarak belirlenince durumun sorumluluğu Tansu Çiller’den Ecevit’e bütün siyasi liderler arasında paylaşılmış oluyor, tabi AKP’ye de bütünden küçücük bir parça düşüyor. Halbuki bütün bu soruşturmaların miladının 17-25 Aralık olarak belirlenmesi bile ortada örtülmeye çalışılan bir şey olduğunu söylüyor. Cemaat’in siyasilerle kurduğu ilişkiler bir durumda on yıllar, diğer durumda da birkaç seneyle sınırlanıyor. Örgütün asıl olarak bu kadrolara yerleştiği, tüm uyarılara rağmen devlet kurumlarının en üst kademelerine gelebildiği 2002-2013 arası dönem gözden kaybedilmeye çalışılıyor. 15 Temmuz’u düzenleyen kadroların kendi konumlarına gelişlerindeki asıl kritik an askeri lise sınavlarının sorularının çalınması değil, Yüksek Askeri Şura’larda terfilerinin önünün açılmasıdır. Aynı durum yargıdaki kadrolaşma için de geçerlidir.

Tehlikenin asıl kaynağı

Komisyon tartışmalarında hükümet tarafının savunduğu bir diğer söylem de Cemaat’in ajanlık faaliyetini ‘çok yetkin’ bir şekilde yürütebilmesinden dolayı çok tehlikeli bir örgüt olduğu, soruşturmaların derinleşmesinin çok yavaş ilerleyebildiği. Bu söylemin de altında yatan iki sebep var. İlki, tariflendiği şekliyle Cemaat’in ortaya çıkardığı asıl tehlike gizliliğinde, kripto yapısında olarak gösteriliyor. Böylece sürdürülen OHAL’in yerindeliği ve devam edeceği süre haklı çıkarılmış oluyor. İkinci olarak da Cemaat’e bu nitelik atfedilince, soruşturma sırasında yapılan hukuksuzlukların sorumluluğu hükümetten Cemaat’in çok çetrefilli yapısına kayıyor. Halbuki Cemaat’in oluşturduğu tehlikenin asıl kaynağı, AKP ile yapılan koalisyon döneminde aranmalı. O dönemde bütün kamu kaynaklarıyla desteklenen Cemaat, toplumun bütün kesimlerine engelsiz erişme şansını buldu. Ek olarak iktidarın verdiği destek, Cemaat’e karşı duranların üstünde kılıç gibi sallanan bir tehdide bile dönüştü.

“Bilemedik, göremedik”

Bu kadar açık bir desteğin ardından Cemaat kadrolaşmasıyla ilgili yapılan ‘Hata yaptık, meğer her yere yerleşmişler’ iddiası da geçerliliğini yitiriyor. AKP’nin bütün söylemleri ve yaptıkları tek bir gerçeği saklamak üzere yapılmış görünüyor.

AKP de Cemaat de aynı ideolojinin iki ‘belki’ farklı tonu olarak tanımlanabilir.  Siyasal islamın tonları olarak AKP ve Cemaat koalisyonu birbirlerine yol vererek, birbirlerinin siyasi rakiplerini elimine ederek, birbirlerinin önünü açarak şimdiki etki düzeylerine ulaşmıştır. Bu koalisyonun iki ortağı da ideolojik olarak aynı kaynaklardan beslenmektedir. AKP’nin Cemaat’le mücadelesinin temel problemi de bu ayrılamayıştır. Darbe Komisyonu raporu gösterdi ki, AKP’nin Cemaat’in topluma verdiği zararlarla mücadele edecek bir konumu yoktur, olamaz. 15 Temmuz sonrasında bile verilen mücadele hep ‘gibi yapmak’ durumunda kalmıştır, gelecek zamanda da bunun değişmesi mümkün değildir. AKP gerçekten istese bile kendi içindeki Cemaat yapılanmasını temizleyemez, ki zaten bunu yapmaya kalkışması kendi durumunu tartışmalı hale getirir. Darbenin siyasi ayağının birkaç ilçe başkanıyla geçiştirilmesi bundandır. AKP kendi içindekileri çekip koparamamaktadır çünkü çekerse yırtılacağını bilmektedir.

Cemaat ile mücadele sadece bir istihbarat işi değildir, olamaz. Durum yine 15 Temmuz günü için konuşulduğu şekilde bir tür emir-komuta zincirindeki aksaklıklar veya istihbarat faaliyeti değildir, darbeyi düzenleyenler eninde sonunda toplumsal bir destek beklemişlerdir. Yine aynı şekilde Cemaat’in buralarda kadrolaşmasıyla sadece belli sayıda insanın beyninin yıkanması veya kandırılmasıyla değil, zamanından hükümetin verdiği koşulsuz destek ile açıklanabilir. En son durumda görülen, Cemaat ile bağlantılı olarak OHAL sürecinde herhangi bir yaptırıma uğrayan kişilerin sayısı bile, Cemaat’in ajanlık faaliyetinin değil, zamanında uygulanan koruma-kollama-büyütme politikasının sonucudur.

Cemaat ve benzeri yapılarla, yani siyasal islamla mücadele laiklik savunusuyla yapılır. Niteliksiz komisyon raporunun bile kabul ettiği noktalardan biri Türkiye’deki din eğitiminin sorgulamayı değil biatı öğrettiği, bunun da Cemaat gibi yapıların önünü açtığıdır. Doğal olarak bütün eğitim politikası sorgulamayı ortadan kaldırmak olan AKP’nin bu uyarıyı dikkate alması imkansızdır. Yandaş yorumcular laikliği Cemaat’in ilerleyişinin nedeni olarak bile görmektedir. Şu anda yürütülüyormuş gibi yapılan mücadele, yazımızın başındaki öyküdeki gibi suçlunun açığa çıkarılması değil çıkarılmaması üzerine kurgulanmıştır. AKP Cemaat’e karşı mücadele yürütecek en son öznedir, asıl mücadeleyi laikliği savunanlar vermektedir.

 

*Yarın dergisinin 5. sayısında yayınlanmıştır.