Kanal İstanbul’u satsak da mı yapsak, yapsak da mı satsak?

Yılları bulan tartışma sürüyor. En son Katar emirinin annesinin Kanal İstanbul arazisinden yer satın aldığını Erdoğan’ın itiraf etmesi ve “ülkemizden gayrimenkul satın almasına yasal engel yok” demesiyle yeniden gündeme geldi.

Projesi bile yıllardır tartışılıyor. Dile kolay, iki yakadan oluşan İstanbul’u 3’e bölecek, ortada dev bir ada oluşturacak, nam-ı diğer “çılgın proje” bu.

Tabi projenin mimarı, rant projelerinin piri olan AKP olunca tartışmalar daha da hararetli bir hale geliyor. Hele de en son Katar emirinin Kanal İstanbul arazisini satın aldığı söylentileri, ardından bunun doğruluğunun birinci ağızdan teyit edilmesi ile durum daha da gözler önüne serildi.

Şimdi öncelikle Kanal İstanbul yapılırsa doğacak doğa tahribatını bir kenara bırakarak işin iktisadi boyutunu inceleyelim. Çünkü birincisi, projeye dair bildiklerimiz çok az olduğundan çevreyi tahrip edeceğinden emin olsak bile bunun boyutlarını tam yorumlayabilmek olası değil. İkincisi, iktisadi boyutunu bilirsek meselenin özünü kavramamız kolaylaşacak.

İlk olarak kafalara şu takılıyor: Ekonomik kriz içerisinde debelenirken, asgari ücrete yapılacak üç kuruş zam için bile pazarlık üstüne pazarlık yapılırken, nereden çıktı bu devasa proje yapma sevdası?

Öyleyse maliyet hesapları neymiş ona bir göz atalım.

Zengin malı züğürdün çenesini yormaz

Proje için 12 ila 20 milyar dolar arasında bir bütçe ayrılması gerektiğinden söz ediliyor. Bu denli dev bir bütçeyi hükümet ayıramaz elbette. Bu nedenle Kanal İstanbul’un neoliberal ekonomi modelinin vazgeçilmezi “yap-işlet-devret” ya da günümüzün deyimiyle “kamu-özel ortaklığı” ile yapılması dışında bir seçenek kalmıyor. Tabi Erdoğan “yap-işlet-devret ile müşteri bulamazsak milli bütçemizle yapacağız” demekten geri durmadı ama bunun imkansız olduğunu kendi dahil herkes biliyor. Yani ihaleye çıkılacak. İhaleye girenlerden en düşük bütçeyle yaparım diyen ve en kısa süreliğine işletme hakkı isteyene ihale verilecek.

Tabi burada hangi yandaş firmalara -ya da hangi yandaş ülkelere mi desek- ucuza proje satılacak bilemiyoruz...

“Oh ne ala, devletten para çıkmadan yapılacak işte” mi diyorsunuz? Hayır, fena halde yanıldınız. Öncelikle ihaleyi alacak firmaya belli bir kazanç garantisi verilecek. Örneğin hazinenin en az 15 milyar dolar garanti vereceği söyleniyor. Yani ihaleyi alan firma garantinin altında kazanırsa, üstü kamu kasasından, başka bir deyişle bizim cebimizden karşılanacak. Osmangazi Köprüsü’ndeki, 3. köprüdeki, 3. havalimanındaki işleyiş Kanal İstanbul’da da aynen geçerli olacak. Peki vatandaşın cebini bu kadar ilgilendiren bir proje için vatandaşa soran var mı? Elbette hayır.

Gemiler neden kanaldan geçsin?

Sorun şu ki bu kanaldan gemi geçip geçmeyeceğini henüz bilemiyoruz. Çünkü Montrö Sözleşmesi’ne göre boğazlardan geçen gemilerden ücret alınmıyor. Dolayısıyla gemilerin ücretsiz olan İstanbul Boğazı yerine neden ücretli olacak olan Kanal İstanbul’u tercih edeceklerine dair net bir veri elimizde yok. Gemilerin boğazdan geçmek için sıra beklediği ve bu sırayı beklememek için para ödeyip Kanal İstanbul’dan geçeceği öngörülüyor. Tabi bu oldukça şüpheli bir varsayım.

Projeyi savunanlar, senede en az 8 milyar dolar gelir getireceğini söylüyor. Masrafları düşünce, maliyetini 5 yıl gibi bir sürede çıkaracak anlamına gelir bu. Ama kazın ayağı öyle mi değil mi, çok su götürür. Yukarıda belirttiğimiz gemilerin geçip geçmeme tercihinin belirsizliği bunun en önemli nedeni. Bir başka neden ise bu 8 milyar dolar olacağı iddia edilen gelirin içine, kanalın etrafına kurulması planlanan şehirden gelmesi beklenen gelirlerin de dahil edilmesi. Yani Kanal İstanbul ile birlikte İstanbul şehrinin kanalın çevresine doğru taşınması, böylece inşaat piyasasının hareketlenmesi de öngörülüyor. Bu bile başlı başına bu işin rant kapısı olarak görüldüğünün bir göstergesi.

Tüm bu veriler ışığında, Kanal İstanbul’un beklenen geliri sağlayıp sağlayamayacağına dair derin bir kuşku olduğu ve bunun da hiç yersiz olmadığı aşikar. Bu da demek oluyor ki ihaleyi alan firma beklediği geliri elde edemeyecek ve nihayetinde bütçeden yani bizden alınıp firmaya verilecek.

Tabi bir başka risk daha var. İhaleyi alacak olan firma, daha önceki büyük projelerde olduğu gibi çok az öz sermaye ortaya koyacak, kalan ödemeyi ise kamu bankalarından veya yurtdışı kaynaklardan kredi olarak alacak. Kamu bankalarının bu kadar devasa kredi hacimlerinin olmadığını tahmin edebiliyoruz. Kanal İstanbul’a nazaran çok daha düşük bütçeli bir iş olan 3. havalimanında bile 3 kamu bankasından kredi için para çıkışmayınca özel bankalar devreye sokulmuştu. Bu durumda gerekli olan kredinin yurtdışı kaynaklardan temin edileceği öngörülebilir. Katar boşuna konuşulmuyor. Kaldı ki eğer Çin gibi ucuza kredi veren ama geri ödenemediğinde gelip kredi verdikleri mülkte hak iddia eden bir kredi kaynağı bulunursa yine vay halimize.

Dolayısıyla, şunu diyebiliriz ki her bakımdan zarar ettireceği neredeyse garanti olan bir projeye böyle bir ekonomik kriz döneminde girmek, bizimkiler gibi öngörüsüz ekonomi politikaları yürütenlere yakışırdı ancak. Son söz olarak; kim bilir kimi zengin edecek kanalları ısıtıp ısıtıp önümüze getirenler, meselenin farkında olanların çokluğunu da bilmelidir.