Başlığa bakıp da, “Ee, bu hep böyleydi” mi diyorsunuz? Haklısınız. Kapitalizmin gerçeği bu. Ekonomik kriz dönemlerinde bile zengin daha zenginleşip, yoksul daha yoksullaşabiliyor. Gerisini varın siz düşünün.

Bu hafta ardı ardına iki önemli veri açıklandı. Aylık geliri 852 TL’nin altında olan kişilerin sayısı 366 bin arttı ve 8 milyon 628 bin kişiye ulaştı. Yine aynı gün açıklanan bir başka veri ise Cumhurbaşkanlığı giderlerinin 2.6 kat arttığını ortaya çıkardı.

Bunlar size soğuk rakamlardan ibaret gibi mi geliyor? Hayır değil. Yaşamımızın tek gerçeğini ortaya koyan rakamlar bunlar. Sınıf çelişkisini biz Marksistler ifade etmeye çalışsak, ancak bu kadar iyi anlatabilirdik. Bir yanda geliri iki kattan da fazla artan bir avuç, diğer tarafta yoksulluğa ve açlığa mahkum edilen milyonlar.

Bize soğuk gibi gelen ama ne yiyip ne içeceğimizi, nerede oturup hangi vasıtaya bineceğimizi, kısacası nasıl bir hayat süreceğimizi belirleyen bu rakamlar sık sık önümüze geliyor. Neredeyse her hafta birkaç kez farklı farklı veriler açıklanıyor. Bunlara dikkat kesilmek emek verenler açısından çok önemli.

Yine geçen haftalarda açıklanan bir TÜİK verisi bize şunu anlatıyordu: Toplumun en zengin %20’si milli gelirin yarısını alıyor ve bunların geliri giderek artıyor. Buna karşılık en yoksul %20 ise milli gelirin %10’unu bile alamıyor ve bu kesimin de geliri giderek azalıyor. Alın işte, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul hale geldiğini apaçık gösteren bir veri daha. Sınıf çelişkileri gitgide keskinleşiyor derken bunu dayanaksız demiyorduk. TÜİK’in yani devletin resmi istatistik kuruluşunun verileri bile sınıf çelişkilerinin ne kadar keskinleştiğini işte böyle kanıtlıyor. Aradaki uçurum büyüyor.

Peki büyüyen bu uçuruma karşı ne yapılıyor dersiniz? Tam bir patroncu hükümet olan AKP patronlara teşvikler veriyor, borçlarını erteliyor. Bankalar zengine daha çok kredi vermek için birbiriyle kıyasıya yarışıyor. Varlık Fonu batık inşaat şirketlerine ortak edilerek, çöken beton ekonomisini ve onun patronlarını kamu kaynaklarıyla kurtarmaya çalışıyorlar.

Bunun karşısında emeğiyle geçinen milyonlara ise zam üstüne zam, vergi üstüne vergi, giderek artan işsizlik kuyrukları, maaşların enflasyon karşısında erimesi reva görülüyor.

Patronların borcunu kim ödüyor?

Ekonomi son üç dönemdir küçülüyor. Ekonominin küçülmesi işsizliğin artması, alım gücünün düşmesi, yani emek verenlerin ekmeğinin daha da küçülmesi demek. Ekonomik krizin, dolayısıyla ekonominin küçülmesinin patronlara pek de bir etkisinin olmadığını yukarıda açıklamaya çalıştık ama başka bir açıdan daha ele alalım konuyu.

453.4 milyar dolar dış borç var şu an. Bunun en büyük kısmı da özel sektörün yani patronların borcu. Ama bu borçlar ödenmiyor. Çoğu batık krediye dönüşüyor. Bu batık kredilere ne oluyor dersiniz? Bakan damat Berat’ın sunumunu yaptığı “müjdeli” paketlerle bu batık kredilerin yükü ya doğrudan kamuya bırakılıyor ya da az önceki örnekte gördüğümüz gibi özelleştirilen Varlık Fonu bu borçlu şirketlere ortak edilerek dolaylı olarak batık krediler yine kamuya bırakılıyor. Güya “IMF’ye borcumuz yok” diye gerim gerim geriniyorlardı ama ne oldu? Son yılların en yüksek dış borcu ile dış borç krizi dediğimiz sefaletin içine sürüklediler.

Borçların üstüne bırakıldığı bu “kamu” dediğimiz şeyin de devlet olduğunu düşünmeyin sakın. Kamu dediğimiz biziz biz! Emek verenlerin örgütsüzlüğünü fırsat bilerek patronların borçlarının yükü emek verenlerin üstüne atılıyor. Daha çok zam yapılarak, daha çok vergi yükü getirilerek, kıdem tazminatı da dahil olmak üzere kazanılmış haklarına göz dikilerek bu borçların ödenmesi hedefleniyor.

Sınıf çelişkileri derinleşiyor, görevler büyüyor

Milyonlarca emek veren yoksullaşırken, bir avuç patron işte böyle zenginleşiyor. Borçlar bizim değilse, ödemeyi de reddedeceğiz elbette. Ama bunu yaparken, muhalefetin vaziyetini de görelim. IMF ile koşa koşa görüşmeye giden bir muhalefet, emek verenlerin safında değildir. Liberal ekonominin şahı olan IMF; kamu şirketlerinin özelleşmesi, çalışma sürelerinin esnekleşmesi, maaşların daha da kırpılması, kısacası “kemer sıkma” adı altında patronlar kurtarılırken emek verenleri daha da yoksulluğa iten politikalar demek.

Emek verenlerin safında durmayan muhalefet partileri, işçi sınıfı davasını patron karşısında satan sendikacılar bize şunu gösteriyor: Sınıf savaşımı söz konusu olduğunda lafta emek verenlerin yanında duruyorum diyenlere aldanmamak zorundayız. Lenin Ne Yapmalı eserinde bu konuya şu şekilde değinir:

“Baskının somut belirtileri çerçevesinde ajitasyon görevini yerine getirebilmek için, bu belirtileri teşhir etmek gerekir. Nasıl ki ekonomik ajitasyonu yürütebilmek için fabrikalarda yapılan haksızlıkları teşhir etmek zorunluysa. Bunun yeterince açık olduğu düşünülebilir. Ama durum şudur ki, siyasal bilincin bütün yönleriyle geliştirilmesinin gereği konusunda, ‘herkes’, ancak lafta görüş birliğindedir.”

Sözde sınıfın çıkarlarını savunan gerçekte ise patroncu olanlara, en az açıktan patronların ekmeğine yağ sürenler kadar dikkat kesilmemiz gerekir. Zengin daha zengileştikçe, yoksul daha yoksullaştıkça bize düşen görevler de büyümekte.