2018 yazından beri yani bir yılı aşkın süredir, Türkiye’de her geçen gün yeni bir boyutuyla yüzünü gösteren ekonomik krizi konuşuyoruz. Yüksek işsizlik, yüksek enflasyon, düşük üretim, enflasyon artışı, döviz kurlarının yükselişi, tüketimin daralması gibi ekonomik krizin temel göstergeleri olan bir dizi sonuçla karşı karşıyayız. Peki Türkiye’de durumlar böyle, dünyada neler oluyor?
Dünya kapitalizmi açısından işlerin hiç de yolunda gitmediğini söyleyerek başlayalım. Önemli kapitalist kurumlardan IMF bile dünya ekonomisinin yavaşladığını yakın zamanda itiraf etmişti. 2008’de ABD’den başlayarak hızla tüm dünyaya yayılan krizin etkileri halen sürüyor. 2008 krizinin hemen ardından ABD, Avrupa ve Japonya merkez bankaları ortak kararla parasal genişleme politikasına geçmişti. Yani düşük faizlerle ucuza krediler dağıtmaya başlamışlardı. Böylece pek çok ülkeye, Türkiye de buna dahil, bol bol sıcak para girmiş, dünya çapında ekonomi toparlanıyor gibi görünmüştü. Ama bu kısa süreli toparlanma, bugünlerde yerini yeniden ciddi bir resesyona, yani ekonomide durgunluğa bırakmaya başladı.
İlk dikkati çeken gelişme; uzun zamandır durgunlukta olan dünya çapındaki ticaret hacminde, 1930’lardan beri ilk kez daralma beklenmesi oldu. Bu durum kapitalistlerde ciddi bir panik yaratıyor. Çünkü dünya çapında ticaret durgunluk yaşadıkça, ticaret savaşları alevleniyor. Ticaret savaşları büyüdükçe de ülkelerin merkez bankaları, kendi mallarını rakiplerinden daha ucuz hale getirebilmek için faiz indirimleri yapmaya başlıyorlar. Ama bunun bir sonu yok. Faizler düştükçe dolar gibi garantisi yüksek para birimleri güçleniyor ve ülkeler yine ve hatta bu kez daha da derin bir çıkmazın içine giriyorlar. Türkiye gibi döviz cinsinden dış borcu yüksek ülkeler açısından doların güçlenmesi ciddi bir sorun.
Bir diğer önemli veriden bahsedelim. ABD’de 2018’in Kasım ayında borsa %20 civarında değer kaybetmişti. Borsadaki düşüşü durdurabilmek için FED daha önceden duyurduğu faiz artırımlarını yapmayacağını açıkladı, hatta faiz indirimi yapacağının sinyallerini verdi. Ayrıca Çin’le ticari anlaşmalar sağlanacağı açıklandı. Borsadaki düşüş ancak bu sayede biraz durdurulabildi. Ama 2019 Temmuz sonuna geldiğimizde FED sadece 0.25 puanlık faiz indirimi yaptı. Bu olaydan hemen bir gün sonra ise Trump, Çin ile ilgili olumsuz konuşmalara başladı ve Çin mallarına ek vergiler getireceğini söyledi. Bunun üzerine ABD borsalarında düşüş yeniden başladı. Çin ile süren “ticaret savaşları” diye adlandırılan kapitalist rekabet bir yandan tam gaz devam ederken öte yandan Çin’de aynı Türkiye’ye benzer biçimde büyümenin balon olduğu ve özel sektöre kredi akıtılması yoluyla yaratıldığı da biliniyor.
Gelelim Avrupa’ya. Almanya ekonomisi 2019’un ikinci çeyreğinde %0.1 daraldı. Tahminlere göre Almanya’da resesyon yaşanması ihtimali %50’yi aştı. Almanya’da uzun zamandır sanayi üretimindeki düşüş dikkat çekiyordu. Bunun artık ekonomik küçülmeye dönüştüğünü görebiliyoruz. Yukarıda da değindiğimiz dünya çapında ticaretin yavaşlaması, Almanya gibi ekonomik büyümesi ihracat gelirlerine dayanan ülkeleri daha fazla etkiliyor. İtalya’da ise batık banka kredilerinin yarattığı kriz bitmek bilmiyor. Yunanistan’ın hali zaten ortada. 2008 krizinin ardından IMF paketlerine mahkum yaşayan Yunanistan bir krizden diğerine sürüklenirken elbette bu durum Avrupa’daki diğer ülkeleri de etkiler vaziyette.
Şimdi de Türkiye ile çok benzer biçimlerde ve dönemlerde ekonomik kriz yaşayan Arjantin’e bakalım. Arjantin ile Türkiye ekonomik gidişat açısından çok benzetiliyor. Bunun da gayet somut nedenleri var. 2001’de her iki ülke aynı anda ekonomik krize girdi. 2018’de yine iki ülkede de Nisan’dan başlayarak Ağustos’ta etkisini daha yoğun gösteren bir ekonomik kriz neredeyse eş zamanlı olarak başladı. Arjantin ve Türkiye, neoliberal politikaların dünya çapında en çok etkilediği ülkelerin başında geldikleri için durum böyle.
Her iki ülke yönetimi de enflasyonu kontrol edemediği için döviz kuru yükseliyor. Türkiye’de enflasyon %25’lerde, Arjantin’de ise %30’larda. Eğer enflasyon bir ülkede, diğer ülkelere göre çok yüksekse eninde sonunda o ülkenin para biriminin değeri düşer. Bir de üstüne o ülkenin dolar cinsinden dış borcu fazlaysa bu durum başına bela olur. Enflasyonun çok yüksek seyrettiği Arjantin’de Peso’nun, Türkiye’de ise TL’nin dolar karşısında değerleri çok düşük. Burada da Arjantin ve Türkiye yine benzeşiyor. Arjantin’in kamu dış borcu çok yüksek, Türkiye’de ise özel sektörün dış borcu çok yüksek. Tabi henüz kapitalizmden kurtulamadıysanız “özel sektörün borcu varmış bize ne” diyemezsiniz. Eğer ekonomik kriz varsa özel sektörün ödenmeyen dış borçları eninde sonunda devlete yani kamunun üstüne kalır. Bu durumda ekonomik kriz içerisindeki Türkiye’nin de Arjantin’den pek farkı olmadığını bilelim.
Son olarak Arjantin ile ilgili, “Arjantin’de kriz çıkarsa dünyada da çıkar” önermesinden bahsedelim. “Kriz önce en zayıf halkadan başlar” tezinin bir yansıması bu. Bu teorinin her zaman doğru olmadığını yukarıda da sıkça değindiğimiz 2008 krizinde gördük. Kriz en zayıf halkadan değil tam tersine en güçlü halka olan ABD’den başladı. Ama elbette bu, her zaman aynı biçimde kriz yayılacak anlamına gelmez. Örneğin bu ayın başında Arjantin’de Peso ciddi bir değer kaybı yaşadı, fiyatlar çok düştü. Yatırımcıların kendi durumlarını dengelemek için Türkiye’de TL satması üzerine bu kez dolar birden artmıştı Türkiye’de. Yani “Arjantin’de kriz var ama anlatılan senin hikayendir Türkiye” diyebiliriz. Tabi bu etkinin devamı gelir mi önümüzdeki süreçte belli olacaktır.
Gördüğümüz gibi kimi yerlerde Türkiye’deki kadar apaçık değilse de ekonomik krizin derinleşme işaretleri dünyada da var. Hatta o kadar ki sermayedarlar aralarında sermaye birikim modeli üzerine tartışmalara bile başladılar. Emek verenlerin siyasetini yürüten bizler de ekonomik gidişat üzerine tartışmaları derinleştirmemiz gereken, gelişmeleri değerlendirmemizin çok kritik olduğu dönemlerde olduğumuzu bilelim.