Esas meselenin ekonomi olduğu bir seçim süreci geride kaldı. 17 yıl önce yine bir ekonomik kriz döneminde ekonomiyi düzeltme ve istikrar sağlama vaatleriyle iktidara gelen AKP’nin hegemonyası, şimdilerde başka bir ekonomik kriz döneminde sarsıldı. Ekonomik krizin sonuçlarını seçim sonrasına ertelemek için elinden geleni ardına koymadı iktidar ama yapamadı. Her şeyi manipüle etmeye çalışma, kılıf uydurma siyaseti başaramazdı ve başaramadı da.
Gıda enflasyonunu “hal esnafı fiyatları artırıyor” diyerek açıklama girişimi tutmadı. Ardından devreye sokulan seçime kadar tanzim satışları hamlesi de göstermelik kaldı. “Her patron bir işsizi işe alsın” gibi konuyu anlamaktan uzak önermelerle, patronlara verilen teşviklerle işsizliği düşürme denemeleri de başarısız oldu. İşsizlik giderek artıyor, işsiz sayısı 5 milyona dayandı. Sürekli yükselen dolar kurunu seçime kadar sabit tutmak için kapitalizmin kurallarına bile aykırı davrandılar, kamu bankalarına dolar sattırdılar. Bu da işe yaramadı ve dolar bir gün içerisinde eski seviyesine yükseliverdi. Haziran 2018’de 4.64 TL olan dolar kuru 1 yıl içinde tam %27 artarak bugünlerde 5.90 TL’ye çıktı. Ekonomik büyüme dönemleri zaten geride kaldı, küçülme dönemleri geldi. Küçülme yerine “eksi büyüme” dediler, olmadı; küçülme oranını daha düşük gösterebilmek için TÜİK’in hesaplama yöntemleriyle oynadılar. Tüm bunlara rağmen 2019’un ilk çeyreğinde %2.6 oranında küçülen ekonomi, bugünlerde sonuna geldiğimiz ikinci çeyrekte de küçülmeye devam etmiş gibi görünüyor. Dış borcun 454 milyar doları aşması üzerine son günlerde Merkez Bankası’nda zor günler için saklanan yedek akçenin hazineye aktarılması gündeme getirildi. Hem de tek seferliğine değil kalıcı olarak. AKP yine sorunun özüyle ilgilenmek yerine kağıt üzerinde hesabı kitaba uydurmaya çalışıyor.
Sanayi üretiminin düştüğü, üretimin yerini alan ithalatın da giderek azaldığı, gıda tüketiminin bile azaldığı yani artık somut anlamda vatandaşın ekmeğinden kesinti yaptığı bu koşullarda ekonomi bakanı damat bey ise “cari fazla vereceğiz, enflasyon tek haneye inecek” gibi söylemlerle övünmekle meşgul. Bir yandan bu söylemler yapılırken bir yandan da seçim biter bitmez yine en temel tüketim maddelerine zam yapmaktan da geri durmadılar.
Halkın iradesi hiçe sayılarak yenilenme kararı alınan seçimin sonuçlarından da anlayabileceğimiz gibi ekonomik gidişatı AKP’nin düzelteceğine halkın inancının kalmadığı artık açık. Patronlar lehine paket üstüne paketler açıkladı AKP bu süreçte. Sermayeye teşvik üstüne teşvik vadettiler. Durumu dengelemek için bir fabrikada işçiler ve patronlar aynı iftar masasına oturunca sınıf ayrımının ortadan kalkacağını bile iddia ettiler. Acak ekonomi bu durumdayken ne işçi sınıfını ne de patronları memnun edebildiler. AKP ile işbirliği halindeki patron teşkilatlarından TÜSİAD bile hükümeti eleştiren açıklamalar yapmaktan ve daha çok “yapısal reform” istemekten geri durmadı. Şimdi seçim biter bitmez “yapısal reform” talepleri aldı başını gidiyor.
Peki zamanında ekonomi bakanı damat beyin “Neymiş bu yapısal reformlar” dediği hadiseden ne anlamalıyız? “Yapısal reform”dan kastedilenin ne olduğunu AKP’nin art arda açıkladığı ekonomi paketlerinde de gördük aslında. İşçilerin kıdem tazminatının gaspını hedefleyen düzenleme önerileri, zorunlu bireysel emeklilik sigortası dayatmaları, bankalara olan batık kredi borçlarının hazineden yani vatandaşın cebinden kapatılması. Üstelik bunlar kendi deyimleriyle; sadece başlangıç. Kimi AKP karşıtı geçinen burjuva ekonomistin adeta “demokratikleşme adımları” gibi naifleştirmeye çalıştığı, kavramları çarpıttığı yapısal reform gerçeği tam da AKP’nin paketlerinde sunduğu gibi emekçilerin haklarının gaspıdır. AKP kendisi bunu saklamıyor, size ne oluyor acaba?
Kapitalist bir ekonomi yönetiminde yapısal reformun emekçilerin haklarını tırpanlayarak sermayeyi kurtarmak dışında başka bir anlam ifade etmediği açık. Yapılacak reformların emekçilerin çıkarına olmasının mümkün olmadığını, TÜSİAD’ın iki lafından birinde yapısal reform talep etmesinden de anlayabiliyoruz. Kaldı ki iktisadi krizden çıkış yolu olarak önerilen bu yapısal reformların sermayeyi kurtaracak kadar başarılı olamayacağı, kapitalizmin hiçbir ekonomik krizi kemer sıkarak aşamadığı da ortada. En yakınımızda Yunanistan örneği duruyor. Yaşadığı ekonomik krizin ardından yıllardır uygulanan IMF politikaları, yapısal reformlar, kemer sıkma paketleri ekonomiyi düzeltmede bir arpa boyu yol aldırmadı.
Bıçak sırtı günlere asıl şimdi geliyoruz. Ekonomik krizi temelden çözmesi mümkün olmayan ama patronların rahata ermesine yarayacağı kesin olan bu “yapısal reform” politikalarının devamının geleceği açık. Muhalefet ise bunun karşısında emekçilerden yana mı yoksa sermayeden yana mı tutum alacağına karar vermek zorunda. İlk kez bir seçim döneminde asıl sorunun ekonomik gidişat olduğunu kavramış ve buna el atacağını beyan ettiği için kazanabilmiş bir ana muhalefet var. Halkın iradesini hiçe sayarak seçim yenileme kararı alanlara karşı halkın sandıkta ne cevap verdiğini gördük. Sermayenin çıkarı için yapılmak istenecek yapısal reformlara karşı nasıl cevap verileceğini de yine göreceğiz. Üretimi artırmayı hedeflemeyen, emekçilere değil sermayeye ait olan devasa dış borcu ödemeyeceğini ifade etmekten kaçınan, bununla beraber üretim süreçlerine emekçilerin el koymasını savunmayan bir ekonomik yaklaşımın başarıya ulaşma imkanının kalmadığı bir süreç geliyor.