Ekonomik kriz döneminde her yeni gün AKP kapitalizmi açısından felaket haberleriyle dolu geliyor. Öyle ki AKP’nin gerek ekonomi politikalarının gerek başkanlık sistemine geçişinin bir numaralı destekçilerinden biri haline gelmiş olan TÜSİAD bile iç ve dış borcun artmasından, sanayi üretiminin durağanlaşmasından, işsizliğin ve enflasyonun artışından şikayet eder hale geldi ve 2002-2007 dönemindeki “parlak” günleri özlediklerini söyledi. Erdoğan’ın esip gürlemesini göze alan bu açıklamayı TÜSİAD neden yapıyor?

Sermayeye ucuz ve bol kredilerin akıtıldığı, bu bol kredilerle inşaat sektörünün şişirilmesi sonucu ekonominin büyüdüğü, ekonomik göstergelerin kendileri açısından daha iyi seyrettiği ve döviz kurlarının daha düşük seviyelerde olduğu, karlarına kar katmalarının daha kolay olduğu günleri sermaye sınıfının özlemesi normal elbette. Ancak burada temel bir çelişki de göze çarpıyor. Sermayenin ekonomik büyüme istemesi tamam da büyümenin üretime dayanmadığı dönemlere özlem duymak ve o günleri geri istemek aslında sermayenin kendi ipini çekmesi gibi bir şey. Büyümesi üretime dayanan ABD’nin bile 2008 kriziyle başına neler geldiğini hep birlikte gördük. Büyümenin üretime değil dış kaynağa dayandığı Türkiye’deki ekonomik krizin şimdiki yansımalarının daha ne kadar ilerleyebileceğini varın buradan hesap edin. Sermaye birikimlerinin devamlılığını sağlayamama korkusuna kapılan patron sınıfının, bütün paketlerini patronlar lehine açıklayan hükümeti bile karşısına alması ve serzenişlere başlaması da bundan. Sermaye birikiminin devamlılığı olmamasının ihtimali dahi patronların kabusudur.

Peki sermaye birikiminin vazgeçilmez temeli olan üretim, sermaye sınıfı açısından neden bu kadar önemli? İşte bu noktada Marks’ın Kapital’de sayfalar boyunca anlattığı kapitalizmin işleyiş yasalarına bakmak gerekiyor. Sermaye birikimi kapitalizmin temel kanunudur. Sermaye birikiminin artı değer üzerine kurulu olduğundan bahseder Marks. Burada artı değerden kasıt, metaların yani ürünlerin satışından elde edilen kar değildir. Kapitalist işçinin emek gücünü satın alır. Satın aldığı bu emek gücü üretim sürecinde harcanır ve kapitalistin onu satın aldığı değeri aşarak yeni bir değer yaratır. Emek gücünün üretim sürecinde harcanarak yarattığı bu fazladan değere Marks “artı değer” der ve ancak bu artı değere sahip olursa kapitalistin sermaye birikimi sağlayabileceğine işaret eder. Kapitalist üretim, işçilerin emek gücünün harcanmasıyla ortaya çıkan artı değere sermayedarın el koyması üzerine kuruludur. Artı değere el kondukça, sermaye birikim süreci işlemeye başlar. Artı değer yaratılamazsa sermaye birikimi de gerçekleşmez. Yani artı değere dayanan bir üretim biçimi, sermaye sınıfı için bir tercih değil zorunluluktur. Buradan yola çıkarak üretime dayanmayan bir ekonomik gidişatın sermaye sınıfının çıkarına olmayacağını da söyleyebiliriz.

İşsizlik: Çelişkilerin başlangıcı

Son dönemde Türkiye’de sanayi üretiminin dibe çakılması patronlar sınıfını bu yüzden korkutuyor. İnşaat, sanayi, tarım derken artık yavaş yavaş ekonomik krizin vurmadığı sektör kalmıyor. Üretimin gerilemesinin yarattığı sonuçlar sermaye sınıfının kabusudur ama işçi sınıfının ise gerçeğidir. Üretim azaldıkça işsizlik artıyor. TÜİK’in bu hafta açıkladığı verilere göre şubat ayı işsizlik oranı %14.7. Yapılan manipülasyonlar sonucu işsizlik verilerine dahil edilmeyenler de eklendiğinde işsizlik oranı %22’ye, işsiz sayısı ise 7 milyon 669 bine yükseliyor. Sanayide son 6 ayda 342 bin kişinin işsiz kaldığı belirtiliyor. Ekonomik krizin en ağır sonuçlarından biri olan işsizlik verileri giderek artacak gibi görünüyor. İşsizlik oranının yine %14.7 olduğu ocak ayı ile işsiz sayısında artış olsa da yüzdelik oranın değişmediği şubat ayı arasında çok ciddi bir artış olmaması yanılgı yaratmasın. 31 Mart seçimi öncesinde başlatılan “istihdam seferberliği” kampanyalarına rağmen bu rakamlar geliyor. Yani, işe yeni alınan her bir işçinin maaşını 3 ay boyunca devletin ödeyeceği teşvik paketlerine rağmen işsizlik azaltılamıyor.

Birbirini tetikleyen süreçler burada devreye giriyor. İşsizlik arttıkça alım gücü düşüyor, yani talep azalıyor. Bunun getirisi olarak arz da azalıyor yani üretim daha da düşüyor. İşte bu tablo kapitalizmin açmazıdır. Bu durumu tersine çevirecek, yani “alın verin, ekonomiye can verin” gibi kampanyaların yapıldığı dönemlerdeki gibi faizleri düşürerek ekonomiyi canlandırma politik hamleleri ise şu an yapılamıyor. Çünkü finans alanı her alandan daha çok krizde. Döviz kuru alıp başını gitmiş durumda, döviz kuru bu kadar yüksekken haliyle faizler de düşürülemiyor. Bir yandan üstü örtülü faiz artışlarıyla ve kamu bankalarına döviz sattırmak gibi ali cengiz oyunlarıyla döviz kurunun düşürülme çabaları istenen sonucu vermiyor. Diğer yandansa Merkez Bankası’nın döviz rezervinin tükendiği iddialarına hiçbir yanıt verilmemesi işleri iyice zora sokuyor. Yani AKP kapitalizminin açmazları birden çok.

Dahası da var. Bütçe açığı geçtiğimiz yıla göre %135 artarak, 2019’un ilk 4 ayının sonunda 54.5 milyar TL oldu. Yani bütçede yıl sonu için hedeflenen 80 milyar TL’lik yıllık açığın 54.5 milyar TL’si ilk 4 ayda verildi. Hem de Merkez Bankası karının hazineye erken aktarılması, bedelli askerlik ve imar affı gibi tek seferlik gelirlerin hazineye alınmasına rağmen açığın boyutu bu. Konut satışlarında tüm zamanların en büyük düşüşü yaşanıyor. Gıda enflasyonu halen düşürülemiyor. Bunlar ve daha pek çok ekonomik gösterge, TÜİK’in 31 Mayıs’ta açıklayacağı 2019 ilk çeyreğine ilişkin ekonomik verilerde %4 küçülme geleceği tahminini haklı çıkarıyor.

Tüm bu göstergelerin patronların kabusu olduğu ama bu gidişatın sonuçlarının ise işçi sınıfının asıl gerçeği olduğu bir tablo karşımızda. Patronların lehine ekonomi paketlerine, kıdem tazminatı gaspının önünün açılmasına rağmen sermaye sınıfını memnun edemeyen AKP’nin önünde bir de İstanbul seçimleri var. Bu dönemde işçi sınıfını aç bırakarak oy kaybetmeyi göze alamayacaktır ama bu durum sakın bizi yanıltmasın, ekmek halen aslanın ağzında. Bu nedenle işçi sınıfının ekonomik kriz gerçeğini bir an olsun unutmadan yoluna devam etmesi gerekiyor.