Ekonomik krizin giderek derinleşmekte olduğu şu günlerde, ekonomik gidişat açısından sevindirici bulabileceğimiz yegane durum şudur: Herkesi ister istemez ekonomiyi anlamaya çabalamak durumunda bırakacak aşamaya gelmiş bulunmamız! Döviz kuru nasıl yükselir ya da düşer, Merkez Bankası’nın faiz artırmasının anlamı nedir, swap ne demektir, enflasyon verileri ne durumda, gayri safi milli hasıla artıyor mu azalıyor mu, TÜİK işsizlik verilerini neye göre hesaplıyor, ekonomide eksi büyünebilir mi, IMF’ye gitmek iyi midir kötü müdür ve benzeri soruları toplumun her kesiminden birçok kişi tartışmakta. Aylardır uğraştık, didindik, kapitalizmden şikayet eden herkesin kapitalizmin krizinin seyrini de değerlendirmesi gerektiğini anlatıp durduk. Nihayetinde bizim yapamadığımızı ekonomik gidişatın kendisi yaptı. İlgili olan olmayan herkesi ekonomiyi tartışmak durumunda bıraktı. Eh, bizim de isteğimiz budur elbette. Ekonomi üzerine düşünebilme ve konuşabilme yetisi sadece popüler tabiri ile “ekonomist” diyebileceğimiz kişilerde değildir. Hepimizin yaşamını düzenleyen, toplumları biçimlendiren ekonomik sistem ve sistemin gidişatı üzerine kafa yormak, ekonomik gidişata el koyma iddiasında olanlar başta olmak üzere herkesin sorumluluğundadır. Kaldı ki burjuvazi bu değerlendirmeleri misliyle yapmakta, ekonomi yönetimini eline yüzüne bulaştıran iktidar bile kendini ekonomist ilan ediyor, neden işçi sınıfı ekonomiden anlamasın? Peki ekonomiden aslında ne anlıyoruz?

Başta da belirttiğimiz gibi Türkiye’nin şu anda içerisinde bulunduğu tabloda, işçi sınıfının ekonomi tartışmaya başlaması dışında başkaca herhangi bir olumlu nokta yoktur. Şimdi gelelim bu olumsuzluklara. Geçtiğimiz yıl ağustos ayında kendini dolar kurundaki ani yükselişle göstermeye başlayan ekonomik kriz süreci üretim alanında sırasıyla inşaat, sanayi ve tarım sektörlerinde ciddi küçülmelerle ilerlemiş; tüketim alanında ise enflasyonda artış, tüketimin düşmesi, ekonomik büyümenin küçülmeye doğru evrilmesi gibi verilerle varlığını tamamen ortaya koymuştu. Bu gelişmeleri takiben finans alanında da döviz kurunun yükselmeye devam etmesi, bu haftanın popüler konusu olan swap kaynaklı borsada yaşanan kayıplar ve yabancı sermayenin ülkeyi terk etmeye başlaması gibi ekonomik krizin etkilerini daha da ağırlaştıran sonuçları görüyoruz.

Madem herkes ekonomi konuşuyor, en çok ben ekonomistim...

Bu tablo karşısında ekonominin dümeninde olan AKP’li yönetecilerin tavırları da evlere şenlik doğrusu. Damat “dolar yükselir diye bekliyorlar, çok beklersiniz” dedikten hemen sonra doların ani artışı, bunun ardından Merkez Bankası’nın hamleleriyle dolarda çok az miktarda düşüş olması üzerine bu kez de “Cep telefonlarınıza bakın dolar ne kadar olmuş?” demesi ve hemen ardından da doların yine yükselişe geçmesi… Ekonominin başındaki bakanın kendini düşürdüğü bu durum yetmezmiş gibi bu kez de Erdoğan’ın “ben de ekonomistim” diyerek kendisine belletilen birkaç ekonomistin adını saydıktan sonra “enflasyon düşüyor, faizi de düşürürsek tamam” sözlerini sarf etmek suretiyle neye dayandığını kimsenin anlayamadığı yorumlar yapmasına olsa olsa “tüy dikmek” denebilir...

Şimdiye kadar neoliberal ekonomik politikaları sonuna kadar savunan ve uygulayan, işler kendileri açısından tıkırında ilerlerken yabancı sermayenin, spekülatörlerin TL üzerinden kazanç elde etmesine asla ses çıkarmayan AKP’nin şimdi ekonominin seyri bozulduğunda sorumluluk kendisinde değilmişçesine kendinden başkalarını suçlamaya başladığına tanık oluyoruz. İkiyüzlülükte işte bu noktadalar. Ama daha ne durumlara düşecekler, siz durun. Bunlar daha başlangıç. Şimdi kaçırdıkları yabancı sermayenin seçimden hemen sonra peşinden koşmaya başlayacakları öngörüsünü yapmak pek de zor değil. Keza bu kadar devasa dış borçla başka türlü dünya kapitalizmine ayak uydurmaları mümkün görünmüyor. Bu nedenle seçimlerden sonra birkaç birbirine yakın senaryo öngörülüyor: Bunlardan ilki IMF’ye gitmek. Bu ihtimal ABD ile gerginliğin ortadan kalkması ön koşuluna dayanıyor. Bu nedenle AKP’nin seçim biter bitmez soluğu IMF’nin kapısında alması pek beklenmiyor. Bir diğer senaryo bazı ekonomistler tarafından “IMF’siz IMF programı” olarak nitelendirilen yöntem. Bunun da iki biçimi var: Ya IMF’nin borç verme şartlarına benzer koşulları Türkiye kendisi yaratarak “kemer sıkma” politikalarını kendi kendine uygulayacak ve IMF’ye gitmeden önce şirin görünme yoluna gidecek ya da hatırlarsak bir dönem McKinsey şirketi ile gündeme gelen yabancı bir şirketin idaresinde ekonomiyi yönetecek. Ortada dış borcu ödemeyi reddedecek bir sosyalist yönetim değil, tamamen neoliberal politikalar üzerine kurulu bir ekonomi yönetimi olduğuna göre bu sayılanlar dışında pek bir çıkar yolu görünmüyor AKP’nin.

IMF: Kırk katır mı kırk satır mı

Peki yıllarca “acı reçete” diye tabir edilen IMF programlarının uygulanmasında esas itiraz etmemizi gerektiren tehlike nedir? İster IMF’ye gitsin, ister gitmesin, AKP’nin seçim sonrası ekonomideki gidişatı kendi cephesinden düzeltmek için uygulayacağı yöntem “kemer sıkma” olarak bilinen kamu bütçesinden tasarruf olacak. Bu ne demek? Yeni zamlar, yeni vergiler gelecek demek. Asgari ücret enflasyon karşısında eriyecek, yani vatandaş daha da yoksullaşacak demek. AKP’nin “sosyal yardım” olarak tanımladığı aslında sosyal hakların tırpanlanması demek. İstihdam yaratmak üzere kamu bütçesinden özel sektöre aktarılması vaat edilen payın kesilmesi, yani ağır bir işsizlik tablosu demek. Aslında kamu kaynaklarının özelleştirilmesi de bu kalemler arasında ama Türkiye’de şu an özelleştirilecek kamu varlığı neredeyse kalmadığı için bu yöntemden söz edemiyoruz bile. Bir diğer yöntem de Diyanet gibi, Cumhurbaşkanlığı gibi yüksek bütçeli kamu kurumlarının bütçelerini kısmak. Ancak elbette AKP’nin bu yolu seçmeyeceğini öngörmek zor değil. Diyeceksiniz ki, bunları yapmak AKP’ye oy kaybettirmez mi? Elbette bunu yaşayıp göreceğiz ancak sonraki seçimlere kadar olan önümüzdeki 4 yıldan uzun süreyi düşünürsek, AKP’nin bu hamleleri bu süreyi hesap ederek yürütebilmesi de ihtimal dahilinde görünüyor.

Bir de başka bir açıdan IMF ve benzeri önlemleri ele alalım. Yukarıda neoliberal AKP’nin tek kurtuluşunun bu senaryolarda olduğunu belirttik ama, peki bu yöntemler işleyecek mi? İşte burası bir muamma. Çünkü IMF’ye gitmesine rağmen ekonomisini yıllarca toparlayamayan İngiltere gibi, Yunanistan gibi örnekler de gözümüzün önünde duruyor. Yani dünya kapitalizmi açısından ekonomik krizi aşmak anlamında bilinen başka yollar pek olmasa da, bu yöntemin de ne kadar işe yarayacağı belirsiz. Üstelik kapitalizmin dünya çapında da zor günler geçirdiğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Örneğin Türkiye’nin en çok ihracat ilişkisinin olduğu Almanya’da bile görülen ekonomik durgunluk, yukarıda sayılan planların sorunsuz şekilde hayata geçmesinin önündeki engellerden.

Demek istediğimiz özetle şudur: AKP kapitalizmi krizde, zor günlerden geçiyor ama zor günlerin daha da zoru onları bekliyor. Önünde belirsizliklerle dolu bir süreç var. Tam da bu noktada işçi sınıfının rolü daha da önem kazanıyor. Pür dikkat kesilerek gelişmeleri takip etmek, hareket tarzımızı buna göre belirlemek gereken günler seçimden sonra bizi bekleyecek. Yani seçimlerden sonra yine bir numaralı gündem halkın ekmek kavgası olacak. Peki sol buna hazır mı? Dilerseniz bu tartışmayı da seçimden sonraya bırakalım.