Döviz kurundaki yükselme ile birlikte her gün ekonomi ile ilgili analizler yapılmaya başlandı. Kriz geldi mi, gelmekte mi, nasıl etkileneceğiz, çözüm yolları vb. Dikkat ettiysek, bize unutturulmaya çalışılan bir gerçek, yeniden canlandı bu süreçte. Esasında ekonomi-politik alanına giren konular, günümüz liberal ekonomistleri tarafından bize “ekonomi bilimi” olarak ve sadece karmaşık sayılardan ibaret ve kimsenin anlayamayacağı bir meseleymiş gibi yansıtılmakta idi. Bu bir çarpıtmaydı. Hatta “Ben ekonomiden anlamam” diyen solcu kardeşlerimiz bile peydah olmuştu. Ancak ekonomik bir kriz gibi son derece önemli bir duvara tosladığımızda, bilim derhal işlemeye başladı ve ekonomik konularla ilgili söylemlerin siyasi eğilime göre nasıl değişkenlik gösterdiğini hep birlikte gördük. Yani politik görüşlerin ekonomiyi yorumlarken önemsiz bir mesele değil, konunun ta kendisi olduğu ve çok fark ettirdiği derhal gözler önüne serildi.

Örnekleri ele alalım. Yaşamakta olduğumuz ekonomik kriz süreci ile ilgili AKP cephesinden yapılan yorumlar zaten malumunuz. Her şey mükemmel, tez zamanda “bize oyun oynayan dış güçler”e diz çöktüreceğiz, eli kulağında ve benzeri sözler. Biz farklı görüşlere göz atalım. Örneğin AKP karşıtı olan sağcı bir yazar şunları diyor: “Artık şuna çok iyi alışmamız lazım; biz Türkiye olarak çok uzun yıllar 5, hatta on yıllara varan bir sürede kriz yaşayacağız. İş yerleri kapanacak ve işsiz kalan binlerce insan olacak. En büyük tehlike işte bu. Türkiye hızla bundan sonra küçülecektir. Küçülen Türkiye'de halk hızla fakirleşecek. Bir kez daha fakirliğin, kaderimiz olduğunu göreceğiz. Kendi ellerimizle kaderimizi bir kez daha yazmış olacağız.” Meali nedir? Krizler kaderimizdir, buna alışalım. Eh, bir burjuva iktisatçı açısından fena bir yorum sayılmaz. En azından krizlerin kapitalizmin başına gelen olgular olduğu gerçeğinin üstünü kapatmıyor. Ama elbette tam bir sağcı gibi davranıyor ve krizin bitmesini bekleyip kaderimize razı olmamızı salık veriyor. Demek ki, ekonomik meselelere yaklaşım tam anlamıyla siyaset ile ilgiliymiş. Tipik bir sağcı, istediği kadar AKP karşıtı olsun, ekonomi yorumuyla kendini hemen belli ediyor.

Gelelim sola. Soldaki söylemler, sağcılar kadar belirgin değil maalesef. Yazarın kim olduğunu bilmediğimiz zamanlarda, Marksistler ile sol liberallerin fikirlerini birbirinden ayırt etmek çok zor. Bir örnekle açıklayalım. Solun içinden Marksist bir iktisatçı yazar şöyle yazıyor: “İrili ufaklı çok sayıda firma can simidi bekliyor, bu açık. Ama can simidi atmadan hasar tespiti gerek, oysa kanama durmuş değil, sürüyor. Dolarlaşmanın önü alınabilmiş değil, bunu durduracak bir TL faiz artışı henüz etkili biçimde yapılmadı. Dahası, kanama durdurulsa bile hastayı ayağa kaldıracak taze kaynak nerede? Geçmişte acı bir reçete ile birlikte IMF’den sağlanmıştı. Ama şimdi IMF’ye gitme konusunda direnç var. O zaman kaynak nereden bulunacak? İşte merakla sorulan soru da bu.” Baştan Marksist bir yazara ait olduğunu söylemesek adeta sol liberal sanılabilecek görüşler ifade edilmiş. Hastayı yani kapitalizmi ayağa kaldırmak, irili ve de ufaklı firmalara can simidi olacak çözüm önerilerini tartışmak, karşı olduğumuzu belirtsek bile IMF’ye gidilmesinin çözüm olabileceğini önermek neden biz Marksistlerin işi olsun? Kapitalizmin krizinin çözümlemesinin yapılması değerlidir ama yeterli değildir. Kapitalizmin krizden nasıl kurtulacağı konusu ile yeterince ilgilenen bulunuyor. Oysa asıl sorun işçi sınıfının kriz koşullarında nasıl hareket edeceği ile ilgilenen kimsenin olmayışı. Devrimcilere düşen esas rol ise budur. Ama Marksist iktisatçılar kapitalizmin kurtuluşunu anlatmayı, bundan daha önemli bulabiliyor. Kapitalizmin nasıl kurtulacağını biliyor olabiliriz, bu konuda değerlendirmelerimiz de olabilir. Hatta olmalıdır, çünkü karşımızdakinin nasıl hareket edeceği ile ilgili fikir ve öngörü sahibi olmamız elzemdir. Ancak her hafta yayınlanan ve halkın takip ettiği yazılarımız mevcutsa ve de Marksist olduğumuzdan söz ediyorsak, değerlendirmelerimizin odağında bizlerin, işçi sınıfının ne yapacağı olmazsa eğer, yenilmeyi daha baştan kabul etmiş sayılırız.

Bir başka solun içinden yoruma daha göz atarak örnekleri noktalayalım: “Ne hazindir ki sömürü böylesine derinleşmişken ve krizin faturası yine emekçi, yoksul halkın sırtına yıkılmaya çalışırken parlamento içindeki ve dışındaki siyasi partilerin, sendikaların hemen hiçbirinin bu sürece ilişkin olarak ortaya koyduğu bir mücadele perspektifi yoktur. Diğer krizlerden farklı olarak içine girilen krizi çözecek bir siyasi alternatifin olmaması, Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesi olmaya daha da yakınlaştıracak siyasi gelişmeleri de beraberinde getirecektir.” Bir öncekine göre daha makul bir yorum, en azından değerlendirmeyi yapanın Marksist olduğu anlaşılıyor. Siyasi partilerin krizle mücadele perspektiflerinin olmamasının doğuracağı yıkımı tariflemesini de önemli bulduğumu belirtmeliyim. Ancak bu değerlendirmeyi yapıp kenara çekilmek neden? Nereden biliyorsun kenara çekildiğini der gibisiniz. Nereden bileceğim, yazı burada bitiyor da ondan! Bu değerlendirmeleri yapan ve solun kriz üzerine siyasi perspektifi olmaması konusunda gerçekten dert sahibi olan bir kimse, çözüm yolları üzerinde durmak zorundadır. Solda egemen olan “Krizin faturasını ödemeyeceğiz” terminolojisine hemen girilmiş olmasını bir kenara bıraksak bile, çözüm önermeyen bir metot içerisinde olmamız bizi “söyledim ve ruhumu kurtardım” fikrinden bir adım ileriye taşımaz. Elini taşın altına koymayan her yaklaşımı mahkum etmemiz gereken bir dönemde olduğumuz için bu kadar derin bir irdeleme yapıyoruz.

***

2008 yılında kriz yaşamaya başlayan ve krizden çıkış politikaları gereğince neredeyse 2013 yılına kadar çok düşük faizlerle dış ülkelere nakit akışı sağlayan, yani borç veren ABD’den borç alanlardan biri olan AKP hükümeti, 2013 yılından sonra faizlerin artmasına rağmen borçlanmayı sürdürdü. Tek derdi, kendi yandaş firmalarını düşük faizli kredilerle büyütmek ve kendi burjuvazisini yaratmaktı. Kendi burjuvazisi ise üretime değil, daha çok gelir getiren inşaata yöneldi. Tıpkı ABD’nin 2008’de yaşadığı Mortgage krizindeki gibi, çok inşaat yapıldı ama krize girildi. Dış borç katlandıkça katlandı, üretim olmayınca işsizlik arttıkça arttı ve sonuçlarını şu an yaşamaktayız.

Bu değerlendirmeleri yapmanın yanı sıra, işçi sınıfının krizlere hazırlıklı olmadığını, örgütlü gücünün yeterli olmadığını da biliyoruz. Buna karşılık işçi sınıfının örgütlenerek bu sürece el koyabileceği ihtimalinden biz devrimciler dışında söz edebilecek başka bir unsur da olamaz. Sadece AKP’nin krizden çıkış politikalarını eleştirerek, AKP’ye alternatif çıkış kapıları göstermek nasıl bizim görevimiz değilse; sola siyasi bir perspektif sunmadığı için kızmakla yetinmek de bize düşen görev değildir. Krizleri incelemeye devam etmek ve krizin ilerleyişi ile ilgili değerlendirmeleri sürekli yapmak bizlerin işidir, evet. Ama eğer Marks’a biraz olsun kulak veriyorsak, hem gidişata el koyabilecek biricik gücün işçi sınıfı olduğunu söylemeye, hem de örgütlenmeye devam etmek dışında bir yolumuz yoktur. Diğer bütün söylemler popüler olabilir, genel solcuların pek hoşuna da gidebilir, ama karşılığı maalesef yoktur.