Ekonomi nereye gidiyor, kriz mi yaklaşıyor başlıklı değerlendirmelerin sıkça yapıldığı bir dönemdeyiz. Soğan fiyatlarındaki artış, seçimin hemen ardından kabinenin açıklanması ile doların yeniden ani yükselişi, enflasyon artışı son dönemdeki dikkatlerden kaçmayan gelişmelerden.

Buradan yazının başlığına dönelim. Soma madeninde ve Çorlu’da tren faciasında yaşamını yitirenler ile dolardaki yükselişin ne gibi bir bağlantısı olabilir?

İnsan ölümleri ile paranın ilgisi nedir?

İlgisi hiç olmaz olur mu? Birazcık lise tarih bilgilerine bile gidecek olsak, dünya savaşları anlatılırken “görünen nedenler” ve “asıl nedenler” olarak 2 ayrı konudan bahsedildiğini hatırlarız. Asıl nedenler sayılırken elbette derinlemesine bir ekonomik kriz tanımlaması yapılarak bize anlatılmaz, ama nedenler arasında ekonomideki rekabetten mutlaka bahsedilir. Esas gerçek ise şudur; dünya çapında yaşanan ekonomik bunalımlar, dünya çapında yaşanan savaşlarla sonuçlanmıştır. Yani para için insanların birbirlerini öldürmesi de yetmemiş, savaşlar çıkarılmıştır. Hem de dünya savaşları. Hem de bir tane de değil, tam iki tane.

Demek ki insan ölümlerinin, hele de konu işçi ölümleri ise, ekonomi ile ilişkisiz olduğunu kimse iddia edemez.

Tabi ki burada kategorik bir fark var. Az önce “para için” diyerek bahsettiğimiz ölümler, bir ülkenin başka bir ülkeyle savaşması neticesinde gerçekleşirken, başlıkta bahsettiğimiz Soma ve Çorlu’da yaşanan ölümler ise böyle değildir. O zaman neden bu ilgiyi kurduk denebilir. Kurabiliriz elbette. Çünkü kapitalizm biçim değiştirmiştir artık. Emperyalizm olarak karşımızda dikilmektedir. Ulus devletler dönemi kapanmış, yani bir ülkenin diğer ülkeyle rekabeti dönemi kapanmış, çok uluslu şirketler dönemi açılmıştır. Sonra bu noktadan da ileriye gidilmiş, kapitalizm artık krizlerini dünya savaşları çıkararak atlatamaz noktaya gelmiştir. Bölgesel savaşları sürdürmekte olan ülkeler elbette vardır, ancak savaş teknolojisinin son noktaya kadar ilerletildiği bu dönemde bir dünya savaşının çıkması demek, tüm insanlığın yok olması anlamına gelebilir. Gerek fiziksel, gerek kimyasal silahların kullanılması sonucu dünyanın yok olması artık bir bilim kurgu filmi senaryosu olmaktan çıktı, bir gerçeklik olarak ortada duruyor. İşte bu nedenle 2008’de ABD’den başlayarak dünyaya yayılan kriz, bir dünya savaşı ile sonuçlanmadı.

Bu tablo daha da derinleştirilebilir ve derinleştirilmelidir de. Ancak bu yazıda şimdilik bu kadarla sınırlı tutacağız. Şimdi diyeceksiniz ki, bu anlatılan tablo konumuzu ilgilendirir mi? Bal gibi de ilgilendirir. Evet, kapitalizm tüm insanlığı yok edebilecek dünya savaşı çıkarmayı henüz göze alamıyor. Ama kapitalizm, kendi yapısı gereği ortaya çıkan ekonomik krizlerle de hemen yenilmiyor. Kalkıp yeniden sahneye çıkıyor, rekabeti yeniden arttırıyor. Buradan yola çıkarak, işçilerin çalışma koşulları da ağırlaşıyor, işçi güvenliğine ayrılacak pay kısılıyor. Kapitalizmin “vahşi kapitalizm” olarak anılan ilk dönemini bilir misiniz? Hani Marks’ın Kapital’de küçük çocukların bile yüzlerinin solup erkenden öldüklerini, fabrikanın hiç durmadan çalışabilmesi için işçilerin 24 saat vardiya sistemiyle çalıştırıldıkları ve işçi yataklarının asla soğumadığını, kitlesel işçi ölümlerinin yaşandığını anlattığı dönem. İşçi sınıfı hareketinin ortaya çıkışı ve verilen mücadeleler bu dönemi sonlandırsa da, işçi ölümleri kapitalizmin gerçeği olarak sürüyor. Özellikle de Türkiye gibi ülkelerde. Soma bunun çok çarpıcı bir örneğiydi.

Bir fotoğraf çok yayılmıştı Soma’daki maden katliamının ardından. Maden ocağının açılışı yapılıyordu fotoğrafta. Soma Holding patronu Alp Gürkan, AKP’nin en üst düzey bürokratları, hatta Enerji Bakanı hep birlikte kameraya gülümsüyorlardı. Çok mutlulardı. Hatta Bakan dayanamamış, bu maden ocağının örnek alınacak niteliklere sahip olduğunu, işçi güvenliğinin ön planda tutulduğunu söyleyivermişti. Bakanın konuşmasının üzerinden daha bir sene bile geçmeden Türkiye tarihindeki en ölümlü maden göçüklerinden biri yaşandı ve tam 301 işçi can verdi, bakanın o süper güvenli dediği ocakta. Soma davasından çıkan karar nedeniyle duyulan öfkeyi şimdi biraz daha anlayabiliriz belki. Çünkü o bakanla o pozu veren eski patron Alp Gürkan, davada beraat etti.

4 yılın sonunda sanıklara “taksirle ölüme sebebiyet vermek”ten ceza verildi. O maden ocağının açılış konuşmasını yapan AKP’li bakan da olsa aynı şeyi söylerdi zaten. “Taksir” yani “kaza”, bir başka sevdikleri deyişle: “kader”. Zaten sadece bakanlar değil, 301 işçinin ölümünün ardından Tayyip Erdoğan da İngiltere’deki 100 sene önce yaşanan ölümlü maden kazalarını anlatarak, bunun “kader” olduğunu söylüyordu hiç yüzü kızarmadan. Tıpkı geçtiğimiz hafta Çorlu’daki tren faciasının ardından yaptıkları gibi. “Doğal afet” deyiverdiler orada da.

Soma’daki gibi işçi ölümlerinin, Çorlu’daki gibi göz göre göre gelen ölümlerin münferit değil, mütemadiyen olduğu elbette ortada. Ancak ölümlü durum ortaya çıkana kadar bu gerçekle yüzleşilmemesi en önemli sorunlardan. Peki bu gerçek nasıl daha kuvvetli ortaya çıkabilir? Elbette sınıf hareketinin güçlenmesiyle denebilir. Ancak burada da şöyle bir soruna tosluyoruz: Lenin’in Ne Yapmalı eserinde “Trade-Union’cu” olarak sınıflandırdığı ve savaş açtığı, gelenekte de “ekonomizm” diye geçen, işçi sınıfı mücadelesini sadece ekonomik talepler etrafında sınırlı yürütme eğilimi. Üstelik sosyalistlerin yönetimlerinde olduğu sendikalarda da bu eğilimin olması, hatta bazen ekonomik taleplerin bile sınırlı düzeyde kalması tam bir çelişki hali.

Şüphesiz ki, bu değerlendirme, daha uzunca başka bir yazıda ele alınmayı hak ediyor. Biz ekonomideki vaziyet konusuna geri dönerek devam edelim. Dünya çapında geçerli olmasa da ülke çapında bir ekonomik çöküş döneminde olduğumuz tespiti epeydir yapılmakta. Yoksulluğun ve enflasyonun arttığı, vatandaşın alım gücünün giderek düştüğü, dış borcun ve cari açığın arttığı, döviz kurlarının ani yükselişlerinin sıklaştığı artık ayan beyan ortada. Bu gidişat, AKP kontrolündeki ekonomi hakkında büyük kapitalistlerin bir süredir yaptığı değerlendirmeleri doğruluyor. Neydi bu değerlendirmeler? Ekonomideki büyümenin üretime dayanmaması, sürdürülebilir bir büyüme olmadığını ortaya koyuyor denmişti. Döviz kurundaki iniş çıkışlar şu anda bu değerlendirmenin yansıması olarak karşımıza geliyor. Doların bir türlü düşürülememesinin de altında yatan bir neden bu elbette.

Yani? Ekonomide bir çöküş yaşanıyor. Seçimlerin ardından oluşan kabinede bu kadar fazla şirket sahibi bulunmasının bir nedeni de bu olabilir dersek, pek de yanlış olmaz. Kabinede patronların olması, ekonomideki çöküşü önleyebilir mi bilinmez ama şu bir gerçek, bu çöküş koşulları olası bir krize doğru giderse, bunun ceremesini çekecek olan patronlar olmayacak. İşsizliğin artması, asgari ücrete ve emekliye yapılan zamların enflasyonun yanından bile geçememesi elbette her zaman sükunetle karşılanmaz. İşsizler kendilerini meclis önünde yakma girişiminden daha da ileriye gidebilirler o zaman. Bunlar ihtimal dahilinde elbette, yeter ki biz seçimlerden sonra oluşan karamsarlık havasından sıyrılabilelim ve sıkı duralım.