Konu kadın ve çocuklara, hatta özellikle çocuklara yönelen şiddet, istismar ve cinayetler olunca, başkaca sorunlara nazaran daha fazla öfke ve toplumsal tepki oluştuğunu söylemek, abartı olmayacaktır. O kadar ki, bu tepkinin dozajı “asalım, keselim”e kadar varabiliyor. Bir anda kendimizi “sallandıracaksın 3-5 tanesini Taksim meydanında bak bakalım bir daha…” benzeri görüşlerin orta yerinde buluveriyoruz. İdama karşı olan bazı kesimlerin ise “Bunlara acısız ölüm fazla, ömrünün sonuna kadar işkence edeceksin” motivasyonunda olması da cabası.

Peki ne oldu da bu hale geliverdik? Birden geriye, hatta çağlarca geriye dönüş nasıl mümkün oluyor? Ortaçağ karanlığından fırlamış gibi görünen fikirler nasıl günümüzde savunulabiliyor, dahası bu fikirleri savunanlar nasıl bu kadar fazla taraftar bulabiliyor? Tarih ilerlemek üzerine kurulu değil mi? Sorular artırılabilir. 
 
Öncelikle, ideal koşullarda değiliz. Bilimde “normal şartlar altında” verisi vardır hani. İşte o verinin, toplumlar tarihinde pek geçerli olmadığı zamanlardayız. Dünya genelinde sağcı iktidarlar hüküm sürüyor. Türkiye’de de durum benzer. Elbette bu tür bir iktidar zamanında, üstelik tek adam hegemonyası söz konusu olduğundan, herşey uç noktalarda yaşanabiliyor. Yani normal şartlar filan yok, tam tersine, bütün şartlar anormal. Bu anormal şartlar altında, en gerici durumlardan biri olarak çocuk istismarının arttığını, en gerici çözüm önerilerinden olarak da idam ve hadım söylemlerinin arttığını görüyoruz.
 
Önce cezayı değil tedbiri konuşalım
 
Bu noktaya kadar, hiç de tesadüfi olmayan ve somut koşullar üzerinden şekillenen bir süreçten bahsettik. İşte dananın kuyruğu tam da buradan sonra kopuyor. Bazı temel hatalara düşebiliyoruz. Ne gibi mi? Hadım, idam gibi tartışmalarla karşı karşıya kaldığımızda, temel yaklaşımdan derhal uzaklaşarak, bu cezalara neden karşı olduğumuzu anlatmaya koyulabiliyoruz. Oysa ilk ele alacağımız nokta şu olmalı; cinsel saldırı, çocuk istismarı gibi suçları önlemek söz konusu olduğunda, kapılar hemen ceza tartışmasından açılmamalıdır. Cezaya gelmeden önce, uygulanması gereken ama uygulanmayan önleyici tedbirleri konuşmalıyız. Bu yöntemi uydurmuyoruz elbette. kadın ve çocuk hakları konusundaki uluslararası sözleşmeler böyledir örneğin. Öncelikle sorun ortaya konur, sonra sorunu hiç ortaya çıkmadan önleyebilecek yollar sıralanır, en son olarak da her türlü önlem alınmasına rağmen yine de sorunun ortaya çıkmasına engel olunamadıysa caydırıcı cezalar vermekten bahsedilir. Oysa görüyoruz ki son dönemde, en son söylenecek söz en başta söyleniyor. Ağır cezadan kapı açılıp, ipin ucu kaçırılıp hadıma ve hatta idama kadar gidilebiliyor.
 
Evet en başta önleyici tedbirleri konuşalım. 1. Elimizde önleyici tedbir olarak ne var? 2. Bu önleyici tedbirler uygulanıyor mu? 3. Uygulanıp uygulanmadığı denetleniyor mu? Konumuz “çocuk istismarı” olduğuna göre inceleyelim: 1. Önleyici tedbir olarak elimizde Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi var. 2. Bu sözleşmede yer alan önleyici tedbirlerin uygulanması için, bakanlıkların koordinasyon halinde çalışması gerektiğini ortaya koyan ve bizden ısrarla saklanmak istenen Çocuk Koruma Hizmetlerinde Koordinasyon Strateji Belgesi var. 3. Tüm bunları denetlemekle yükümlü Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı var. Demek ki, bir mekanizmadan söz edebiliyoruz. Asıl sorun bu mekanizmanın işlememesinden kaynaklanıyor diyebiliriz. Öyleyse çözümden bahsedeceksek eğer, bu mekanizmayı işler hale getirmekle işe başlamalıyız.
 
Madem buraya kadar gelebildik, o zaman en son söyleyeceğimiz can alıcı kısma doğru yaklaşalım. Diyelim mekanizma tamamen bozuldu -ki gerçekten de tamamen bozuk- uluslarası sözleşmeler hiçe sayıldı, önleyici tedbirleri uygulayacak koordinasyondan söz bile edilmedi, bunların denetimini yapacak bakanlık çalışmadı, hatta bu bakanlığın kapatılması söz konusu. Tüm bunlar; çocuk istismarının korkunç boyutlara varmasının nedenleri olarak önümüzde duruyor. Mekanizmanın çökmesi, bizi direk son aşamaya götürüyor. Madem istismar gerçekiyor, hatta gerçekleşmekle kalmayıp giderek artıyor, o zaman cezaları caydırıcı vermeliyiz. Peki bu caydırıcılığın ölçütü nedir? Şimdi de bu tartışmaya göz atalım.

Hastalık değil, suç
 
Öncelikle, hadım olarak bilinen kimyasal kastrasyon cezasının temeli cinsel saldırı, çocuk istismarı gibi suçların bir takım “hasta”, “sapık” kişiler tarafından gerçekleştirildiği fikrine dayanıyor ki, bu fikir son derece dayanaksızdır. Çocuk istismarı suçunu işleyen kişilerin tamamının “pedofili” hastası olduklarına dair hiçbir bilimsel değerlendirme yoktur. Salgın hastalıklar yok edilebiliyor, kanserle dahi mücadelenin binbir çeşit yöntemi mümkün. Toplumda derin yaralar açan çocuk istismarı eğer bir hastalık olsa idi, hiç şüphesiz ki şimdiye kadar defalarca kez kökü kurutulabilirdi. Bu nedenle, bu önerme daha baştan yanlıştır.
 
İdam cezası ise, karar verildikten sonra “pardon” denemeyecek ağırlıkta, yani karar verirken hata affetmeyecek bir ceza. Bu nedenle, bizim gibi adaletin güçlüden yana işlediği toplumlarda, adaletli biçimde uygulanacağına yönelik kuşkuların olması elbette anlaşılabilir. Ayrıca bir değerlendirme daha öne çıkıyor: Özellikle, çocuk istismarında idam cezası uygulandığında, bunun ters tepebileceği, faillerin istismarı gizleyebilmek için çocukları sağ bırakmayacağı değerlendirmesi var. Buna katılmamak elde değil.
 
Peki bir suç işlendiğinde bunun cezası nasıl belirlenir? Ceza kanunu neye göre yazılır ve nasıl uygulanır? Bunlar yüzyılların konuları olsa da, tüm tarihsel deneyimlerden süzülüp geçerek oluşmuş bir takım evrensel hukuk kuralları elbette vardır. Bu kurallar, “insan hakları” olarak tanımlanabilecek ve ortak kabul edilen ortak değerler çerçevesindedir. Bu veri ışığında, bizdeki ceza kanunundaki çocuk istismarı kısmını ele alırsak, evrensel hukuk anlamında caydırıcı nitelikte cezaların bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda, cezalarda arttırıma gidilmesini istemek, hatta hadım ve idamı cezalara eklemeyi tartışmak, evrensel hukuktan uzaklaşma gerçeğini doğurur. Caydırıcılığın değil intikamın temel amaç haline geldiği, “kısasa kısas” diye de bilinen bu cezalandırma yöntemleri ayrıca geri dönüşsüzdür de. Tüm bu özellikleri nedeniyle evrensel hukukun dışındadırlar. 
 
Bizde ceza konusunda en önemli sorun, cezaların uygulanış biçiminde yatmakta. Adaletin bu kadar içinin boşaltıldığı, kadın ve çocuk düşmanlığının doruğa çıktığı böylesi bir dönemde çocuk istismarında ceza indirimleri uygulanması ve hatta dosyaların cezasızlıkla sonuçlanmasına sıklıkla rastlıyoruz. Tam burada şunu belirtmemiz gerekir: “İşkence” gibi, “töre saiki ile işlenen suçlar” gibi suç türlerini nasıl “insan hakları” kapsamında değerlendiriyor ve ceza verilirken indirim ilkesinin sınırlandırılmasını öngörüyorsak, cinsiyet ve cinsel yönelim ayrımcılığı nedeniyle işlenen suçları da insan hakları çerçevesinde ele almalı ve “insanlık suçlarıdır” diyebilmeliyiz. Daha açık bir anlatımla; kadın cinayetleri, cinsel şiddet, çocuk istismarı ve nefret suçları da, tıpkı işkence suçunda olduğu gibi, evrensel hukuk kurallarından olan “indirim” ilkesinin sınırlandırılması gereken suç türleridir.
 
Bu tartışmayı neden yürütüyoruz? Çünkü bu tartışma o kadar ince bir çizgide ki, ince eleyip sık dokuduktan sonra “ceza indirimleri bu saydığımız suç türlerinde sınırlandırılsın” dediğimiz anda, en hafifinden “hadıma, idama davetiye çıkarıyorsun” deniyor. İdam ya da hadımın toplumu fersah fersah geriye götüreceğini anlattığımızda bu kez de “çocuk istismarını haklılaştırıyorsun” sözleriyle burun buruna geliyoruz. Bu tartışmaları yürütmek zorludur ama iyidir. Sonucunda fikirlerimizi tekrar tekrar aklın süzgecinden geçirmeyi, bilimin ışığında ele almayı ve mücadele içinde bir kez daha yoğurabilmeyi sağlayacaktır bize.