Marksist literatürde “somut koşulların somut tahlili” büyük önem taşır. Güncel bir değerlendirme yapma kaygısı ile yola düşen herkes, en az bir kez bu retorik üzerine durup düşünmek ve buna uygun konuşmak yükümlülüğünde hissetmiştir kendini. Ancak, somut koşulları tahlil ederken genelde düşülen bazı yanlışlar da var. Gereğinden fazla karamsar ya da iyimser olmak örneğin. Türkiye’de son dönemde, baskıların artması nedeniyle, nefes dahi almanın zorlaştığı günler yaşadığımız doğrudur. Ancak, apaçık görünen bu gerçeği detayları ile tahlil etmek, çıkış için elimizde imkanlar olduğu değerlendirmesi yapmamızı da engellememeli.

 

Öyleyse tabloya yeniden bakalım. Dünya genelinde sağcı yönetimlerin olduğu bir dönemdeyiz. Kapitalizm, dünyayı kasıp kavuran ekonomik krizi henüz atlatabilmiş değil. Bizim cepheye baktığımızda ise; işçi sınıfı hareketinin henüz etkin bir güç olarak sahnede olmadığı, kimlik mücadelelerinin ise daha popüler olduğu bir çağdayız. İçinde bulunduğumuz konjonktür elbette karşımıza sadece sınıf çelişkilerini çıkarmıyor. Ezen-ezilen çelişkileri her alanda yoğunlaşıyor. Pek çok farklı ezme biçimi ve bunların karşısında bir takım toplumsal hareketler beliriyor. Erkek egemenliği, ırkçılık, heteroseksizm karşısında ortaya çıkan feminist hareket, etnik kimlik mücadeleleri ve LGBTİ hareketi gibi güncel mücadele alanları örneğin. Bu mevcut durum, solun, birbirinin tamamen karşıtı iki farklı yanlışa düşmesine neden oluyor.

Birinci yanlış; sınıf çelişkisi ile diğer tüm ezen-ezilen çelişkilerini aynı kefeye koyarak, sınıf hareketine “alanlardan bir alan” muamelesi yapmak. Solun bu hataya düşmesi pratikte ise, “Zaten popüler birtakım alan mücadelelerini yürütüyoruz, işçi sınıfı hareketinde öncü güç olmak çok da fark etmez” biçiminde bir hareket tarzını doğuruyor. Bu fark etmezcilik, solu rejimle mücadelede de çıkmazlara sürüklüyor. Çünkü rejimle mücadelede sınıf hareketinin alabileceği konum görmezden gelinerek, diğer alan mücadelelerinin aldığı konumlarla “idare etme” tarzı ortaya çıkıyor.

İkincisi yanlış ise; “aslolan sınıf çelişkileridir, diğer mücadele alanları teferruattır” diyerek, bu alanlara hak ettiği önemi vermemek şeklinde ortaya çıkıyor. İlk bakışta birinci olarak saydığımız yanlış eğilime kıyasla daha naif bir hata türü gibi görünse de, maalesef bu eğilimin de pratik karşılığı, hareketin toplumsallaşması çizgisinden keskin bir kopuşla karşımıza çıkıyor.

Elbette teoride “sağ sapma, sol sapma” gibi kavramlar kullanmak mümkün olsa da, bu yazıda bu tür bir kavramsallaştırmaya gitmeden, hatalı eğilimlere değinmekle yetineceğiz.

Peki ne yapmalıyız? Elbette öznesi olunan bütün mücadele alanlarında yer almak ve bu alanlarda mücadeleyi büyütecek stratejiye kafa yormak gerekir. Kaldı ki, bu alan mücadelelerinin sınıf hareketi ile bağını kurmak da yine bize düşen görevlerden. Sınıf çelişkilerinin, var olan diğer çelişki türlerinden daha başat olduğu bilinciyle, rejimin karşısında durabilecek bir sınıf hareketini yükseltmek için kolları sıvamalıyız.

Günümüz Türkiye’sinde bu zorlu bir görev elbette. Sınıf hareketi genelde cılız olduğu bir dönemden geçse de, aynı zamanda bu dönem, irili ufaklı sınıf hareketliliklerinin sürekli olarak devam ettiği bir dönem. En son metal işçilerinin, hükümetin grev yasağına rağmen kararlı direnişleri sonucu toplu sözleşmede haklarını almaları önemli bir kazanım örneğin. İçinde bulunduğumuz savaş ortamı, OHAL şartları gibi faktörler de sınıfsal mücadelenin etkin bir konuma gelememesinde büyük etken. Burada sola düşen payı da azımsamamak lazım. Solun sınıf hareketine şu ya da bu gerekçelerle sırtını dönmesi ya da “destekçi” pozisyonunun ötesine geçmemesi, sınıf hareketinin olası kazanımlarını kısıtlıyor. Biz Marksistlerin, “işçi sınıfı da hep sağcı iktidarları destekliyor” diye şikayet etme lüksümüz de bulunmadığına göre, çıkış yollarını aramak bize düşüyor.

Güçlü bir sınıf hareketine her zamankinden çok ihtiyaç olabilecek günler pek de uzakta değil. İşçilerin, işsizlerin “geçinemiyorum” diyerek intihar girişiminde bulunmaları, doların 4 TL’ye dayanması, ekonomideki dengesiz gidişat, işsizliğin giderek artması gibi gelişmeler arka arkaya yaşanıyor.

Yarınını, yani geleceğini ellerine almanın yolunu gösterenler; “yarını bugünden kuracaksın, o senin tarihin olacak” demişler vakti zamanında. Öyleyse biz de, çok geç olmadan, yarını bugünden nasıl kuracağımızı birlikte tartışmaya başlamalıyız.