Artık çok aşina olduğumuz bir olgu, son günlerde yine ülke siyasetinin başrolünde. Ne zaman hükümetin başı sıkışsa milliyetçiliğe, “yerli-milli” edebiyatına sarılıyor. Bir anda en anti-emperyalist, en anti-Amerikancı olan bizim hükümet oluveriyor. “Eyy”ler, “Heyy”ler havada uçuşuyor. “Biz bize yeteriz, Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” söylemlerinin bini bir para. Yeri geldi mi herkese haddi bildiriliyor. Amman ha, yeter ki yerliliğimize ve milliliğimize zeval gelmesin. Hazır MHP ile ittifak da kurulmuş, milliyetçi seçmenin gönlüne girilmiş. Daha da çok girelim efendim, kaybedeceğimiz ne var, bilakis kazanıyoruz! Değmeyin keyfimize.

 

Yeterince propagandaya maruz kaldı iseniz, şimdi maddi gerçeklere dönelim. Bir takım çıkmazlar olduğu ortada. Ne de olsa, rejimin işleyişindeki kronik sorunları gizlemeye çalışmanın, egemenlerin her zaman başvurduğu bir yöntem olduğunu biliyoruz. Peki gizlenen tam olarak nedir? Seçimlerin yaklaşması ve iç siyasette yaşanan tıkanıklığa, bir de ekonomideki dengesiz seyir eklenince, işler bu hale geliyor. Ve sonuç: “Yerli ve milliyiz” söylemlerini havaya savuran, ABD’ye kafa tutan AKP, şeker fabrikalarını satışa çıkaracağını açıklıyor. Hem de ABD’nin şeker tekeli Cargill firmasına.

 

Peki ne oldu da, yerli ve millicilikten bir çırpıda vazgeçiliverdi? 14 şeker fabrikasının özelleştirilmesinden gelecek milyar dolarlar, bu sayede sıcak para akışının olması ve finans sektörünün canlanması, ekonomide -geçici de olsa- büyüme ihtimali, istihdamın artması ve dolayısıyla işsizlik oranlarında -kısmi ve geçici de olsa- düşüş… Tüm bu saydıklarımız, özelleştirme politikalarının hükümetler lehine klasik getirileri. Böyle bir fırsatı kaçırmamak uğruna, en süper anti-Amerikancı geçinenler bile, şeker fabrikalarını ABD’li deve satmak üzere kolları sıvıyor.

 

Özelleştirmeyi yap, istikrarı kap

Maliye Bakanı Naci Ağbal açıklıyor: “2018’de özelleştirme geliri hedefi 10 milyar TL. 2019 ve 2020 yılları için de 10’ar milyar liralık özeleştirme hedefleniyor. Şeker fabrikaları öncelikli olmak üzere, özelleştirmelere devam edilecek.”

 

Şeker fabrikalarının özelleştirilecek olması, AKP hükümetinin ekonomide geçici bir istikrar elde etmesini kolaylaştıracak bir dizi imkan getiriyor. Ama beraberinde sorunlar da getiriyor. 14 bin işçinin ne olacağı halen belirsiz örneğin. Her ne kadar bu işçilerin haklarının korunarak başka kurumlara geçmesinin önü açılıyor gibi görünse de, çoğu taşeron çalışan işçilerin tamamının iş güvencesinin sağlanacağını elbette kimse iddia edemiyor.

 

Peki bu kadar işsizlik sorunu varken, kim ister daha fazla işsizi? Bu noktada, hesaplar devreye giriyor. Getiri-götürü analizleri yapılıyor ve karar veriliyor: Fabrikaları satmak işsizliğin artması olarak sonuç verse de, onlara getirisi daha fazla. Ne de olsa işsizlik baki bir sorun. Çünkü sorunun kökü derinlerde. Sorunun kökü kapitalist sistemin var oluş damarlarında yatıyor. 1. Bunalım dönemini 1. Dünya Savaşı ile, 2. Bunalım dönemini ise 2. Dünya Savaşı ile aşan kapitalizm, 1960’lardan beri 3. Bunalım dönemi içerisinde kıvranıp duruyor. Yeni bir dünya savaşı çıkaramıyor; çünkü nükleer silahlar kullanılması ile tüm insanlığın yok olma tehlikesini göze alamıyor. Oysa kapitalizmde işsizliğin tamamen sıfırlandığı tek an, dünya savaşları sonrası. Ufukta böyle bir dünya savaşı görünmediğine göre, demek ki işsizlik artarak devam edecek.

 

Araya giren bu kısa açıklamadan sonra, şeker fabrikalarının satılmasındaki olumsuz sonuçlara geri dönelim. Bir diğer sorun alanı; Et ve Balık Kurumu ile Süt Endüstri Kurumu’nun özelleştirilmelerinin ardından yaşananların tekrar etme ihtimali. Bu kurumlar özelleştirildikten sonra, fabrikalarda üretim durdurulmuş, fabrika arazileri ise başta AVM olmak üzere farklı amaçlarda kullanılmak üzere satılmıştı. Üretimin durması ile beraber, Türkiye et ve süt gibi en temel besin maddelerini ihraç eden konumundan çıkarak, ithal eder duruma geçti. Şekerde özelleştirme ise sadece fabrikaların satılması demek değil. Şeker pancarı ekicisi çiftçi, esnaf, hayvancılık yapanlar, taşımacılık işiyle uğraşanlar doğrudan etkilenecek. Satışın ardından 5 dönem daha üretimin devam etme şartı konulduğu açıklanarak tepkilerden kurtulunmak isteniyor, ama 5 dönem sonra ne olacağını herkes çok iyi biliyor.

 

Özelleştirmeler sağlığa zararlı mıdır?

Gelelim şeker fabrikalarının satışının toplum üzerindeki, daha doğrusu sağlık üzerindeki etkilerine. Türkiye’de üretilen şekerin büyük kısmı şeker pancarı bazlı. %10 kadar ise nişasta bazlı şeker olarak üretiliyor. Nişasta bazlı şekerin sağlığa olumsuz etkileri nedeniyle kotası var. Ham maddesi mısır şurubu olan nişasta bazlı şeker GDO tartışmaları nedeniyle de sağlıksız bulunuyor. Ancak şöyle bir gerçek var: Normalde kotalı olan nişasta bazlı şeker üretiminin denetim kurumu olan Şeker Kurulu’na bir yılı aşkın süredir atama yapılmaması nedeniyle, zaten denetim yapılmadığı ve kotaların kontrol edilmediği değerlendirmeleri var. Aralık ayında çıkarılan KHK ile Türkiye Şeker Kurumu’nun kapatılmasının da, bu denetimsizliği arttırdığı söyleniyor. Yani şeker fabrikaları henüz özelleştirilmemişken bile nişasta bazlı şeker üretiminde denetimsizlikle gelen bir artış söz konusu. Bir de özelleştirildiğinde düşünün. Bu konuyu anlayabilmek için, nişasta bazlı şeker üretiminde tekel olan ABD’li Cargill firmasının 2018’de Türkiye için yazdığı rapora bir göz atalım:

 

Cargill’in raporunda şeker üretiminde kotaların kaldırılması, şeker fabrikalarının özelleştirilmesi önerileri ile birlikte, kamunun yapacağı her türlü çalışmaya paydaş olarak katılma isteği de yer alıyor. Özelleştirme halinde Türkiye’nin daha hızlı büyüyeceğini, üretim ve istihdamın artacağını, hükümetin daha fazla vergi toplayacağını belirten raporda; özelleştirme halinde, halen yüzde 10’la sınırlanan nişasta bazlı şeker üretiminin yüzde 50’lere yaklaşacağı da itiraf ediliyor.

 

Kendi raporlarından da görebileceğimiz gibi, aslında kapıda olan ciddi bir tehlike var. Dünyada durum ne diye baktığımızda, ABD nişasta bazlı şeker üretiminin başını çekerken, Avrupa Birliği’nde ise toplam şeker üretiminin sadece yüzde 5.1’i nişasta bazlı şekerden oluşuyor.

 

Kahraman kooperatif, şeker tekeline karşı

Belki diyeceksiniz ki, “Ne kadar peşin hükümlüsünüz, belki de fabrikaları ABD’li büyük şirketler almayacak?” Hatta hatırlarsanız, şeker fabrikalarının satılacağı açıklandığında, AKP Erzurum Milletvekili Mustafa Ilıcalı çıkıp “Fabrikayı kooperatifler olarak satın alalım” önerisi yapmıştı. Ama Resmi Gazete’de 14 şeker fabrikasının satışa çıkarılması ilanında yer alan ihale fiyatlarını okuyunca bunun mümkün olmadığı hemen anlaşılıyor: “Erzincan, Erzurum, Kastamonu, Alpullu, Elbistan ve Muş fabrikaları için 3 milyon lira, Bor, Kırşehir, Yozgat ve Burdur fabrikaları için 4 milyon lira, Çorum, Ilgın, Turhal ve Afyon fabrikaları için 5 milyon lira ihale bedelleri olarak belirlenmiştir.” Bu bedelleri ödeyebilecek olanların sadece büyük tekeller olabileceği ortada.

 

“Kahraman bakkal, süpermarkete karşı” adlı bir tiyatro oyunu vardı, kapitalist sistemde küçük balıkların, büyük balıklara nasıl yem olduğu konusu işleniyordu. AKP’li milletvekilinin “fabrikaları kooperatifler satın alsın” çıkışı da bana bunu hatırlattı. Tam bir “Kahraman kooperatif, şeker tekeline karşı” hikayesi! Belki milletvekili AKP içindeki huzursuzluğun da bir nevi sesi oldu ama, bu önerinin uygulanabilir olmadığını görmek için illa tiyatro izlemiş olmamız da gerekmiyor.

 

Şeker ekonomiyi büyütür mü?

Tüm bu veriler ışığında; şeker fabrikalarının satışının ekonomide istikrar sağlanmasına katkısı olur mu, olmaz mı tartışmasına geri dönebiliriz. Özelleştirmelerin AKP iktidarına ekonomide istikrar sağladığı muhakkak. Son on beş yılda 60 milyar dolarlık özelleştirme yapıldığı verisi var. Ancak özelleştirmelerin istikrarı daim kılmadığı da ortada.

 

Ekonomide genel gidişin de sancılı olduğu günler geçiriyoruz. Operasyon sürdüğü için bütçe savaş ekonomisine gidiyor. Bir süre daha da, bu durumun devam edeceği görünüyor. Şu anda kamunun 400 milyar doları geçen bir borç yükü olduğu belirtiliyor. İşsizlik ve enflasyon rakamları bir türlü düşürülemiyor. Şubat ayı enflasyon verileri yine TÜİK’in tahminlerinin üzerinde geldi. Ekonomideki büyüme oranlarının ise şişirildiği, var olan büyümenin ise sürdürebilir olmadığı uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları tarafından bile sıklıkla dile getiriliyor. Büyümenin üretime dayanmadığı ifade ediliyor. Kazanç getiren fabrikaların bile satılmasından da, bunu görebiliyoruz.

 

Elbette burada unutmamamız gereken bir parametre daha var. Tekel’in satılma sürecinde on binlerce işçinin Ankara’nın göbeğinde aylarca nasıl direndiğini gördük. Bu tür büyük özelleştirmelerin bu tarz sonuçları da olabileceğini aklımızda tutmalıyız. Elbette grev yasakları, eylem yasakları gibi çeşitli baskı yöntemleri hali hazırda çıkan sesleri bastırmak için kullanılacaktır. Eğer gerekirse baskı ve şiddet ile, zor kullanarak da olsa özelleştirmeler gerçekleştirilebilir. Ama bunun yapılması bile, gidişatın olumlu olmadığı gerçeğini saklamaya yetmeyecektir.