Tam da anketlerde “Bir numaralı sorunumuz sizce nedir” sorusuna verilen cevabın artık “güvenlik” yerine ekonomi olduğu, işsizlik ve pahalılığın en çok sayılan sorunların başında geldiği hakkında bir yazı yazmaktayken; bunun somut örneği patlayıverdi. Meclis önünde bir vatandaş “Geçinemiyorum” diyerek kendini yakmaya çalıştı.

Akıllara derhal Tunus’taki Bouazizi geldi elbette. Seyyar satıcılık yapmak zorunda kalan üniversite mezunu Bouazizi’nin kendini yakarak hayatını kaybetmesi Tunus’ta ayaklanmaların ateşi olmuştu. Eğer takip ettiyseniz, Türkiye’de yaşanan meclis önünde kendini yakmak isteyen inşaat işçisinin ardından en çok konuşulan konu, geçinemeyen insanların neden sessiz kaldığı oldu. Peki, bir insan “Geçinemiyorum” diyerek kendini neden yakar? Bunun nedenlerini tartışmanın da, sonuçlarını tartışmak kadar bizi ilerleteceğine inanıyorum. Canına tak demiş olmalı diye düşünebiliriz. Peki bu canına “tak” noktasına gelene kadar neler yaşanıyor?

 

Neler yaşandığı bilinen bir gerçek, bunu tartışmak ne işe yarayacak mı diyorsunuz? Kanımca yanılıyorsunuz. Elbette siyasi mücadelede sonuçlar belirleyicidir. Bir hamle yaptın, ama sonucu etkileyebildin mi? Önem taşıyan nokta budur. Bu yüzden nedenlerden çok, sonuçlarla ilgilenmek bizde de adetten olmuş. Ama diyalektik denen bir şey var. Neden-sonuç ilişkisi bağlamından kopmadan meselelere yaklaşmak asıl noktaya bizi götürür. Bu konuda hemfikir isek, nedenler üzerinde durmak gerektiği konusunda da hemfikiriz demektir.

 

İşsizlik kader mi?
 
Öyleyse gelelim nedenlere. Dedik ya, anketlere göre halkımız “En büyük sorun nedir?” sorusuna en çok “işsizlik” ve “pahalılık” diye cevap vermiş. Hemen birincisinden başlayalım, işsizlik. İşsizlik neden yüksek? Hatırlayacaksınız Erdoğan, yakın zamanda işsizlik oranlarını değerlendirirken “Aklınıza niye işsizlik çift hanede sorusu gelebilir. Kadın ve gençlerin hesaba katılmasıyla işsizlik yüksek oluyor” dedi. Kadınlar ve gençler iş arıyor diye işsizlik rakamlarının yüksek çıktığı söylemi ilk kez kullanılmıyor. Bu söylemin gerçeğin üzerini örtmek üzere geliştirildiğini tahmin etmek elbette zor değil. Devletin resmi kurumları tarafından yayınlanan verilere bakmak bile yeter. Peki ne diyor o veriler? TÜİK’in en son açıkladığı Ekim 2017 işsizlik oranı yüzde 10.3. TÜİK bu oranı verip ekliyor: “Veriler, istihdam artışının gerçek işçilerden değil, stajyer, kursiyer, çırak ve bursiyer artışından kaynaklandığını ortaya koyuyor.” Verileri çarpıtması ile ünlü olan TÜİK bile, stajyerlerin çalışıyor gibi gösterilerek işsizlik rakamlarını daha düşük çıkardıklarını itiraf etmiş. Demek oluyor ki, gerçek boyut çok daha fazla.

 

Türkiye’deki işsizliğin boyutlarına uluslararası kapitalist kurumlar da değiniyor. Moody’s, JCR gibi uluslararası kredi derecelendirme kurumları Türkiye’deki büyümenin istihdam yaratmadığını söylüyor. Dikkat ederseniz, AKP’nin göbekten bağlı olduğu kapitalistlerin değerlendirmeleri bunlar. Peki tüm bu değerlendirmeler bize ne diyor? Neden düşmüyor bu işsizlik? Diyeceksiniz ki, işsizlik kapitalist sistemde yapısal olarak böyle. Haksız da değilsiniz. Ancak Türkiye gibi büyük kapitalistler arasında yer almayan ülkelerde, hele de bu dengesiz dış politikalarla işsizlik rakamlarının daha yüksek seyredeceği bir gerçek. Bu nedenle ekonomide büyümenin olması, istihdamı otomatikman arttırmıyor.

 

Krizden çıktık mı?
 
Geliyoruz ikinci meseleye. Hayat çok pahalı. Peki bu neden olabilir? Büyüme, istikrar gibi sözcüklerin sıkça kullanılmasıyla kafalar karışıyor, gerçek verilerin ne olduğunu merak ediyoruz değil mi? Gerçekten ekonomi büyüdü mü, istikrar var mı? Bunları her gün TV’de ekonomi haberlerini izleyerek öğrenemiyoruz maalesef. Yandaş olmayan haber bülteni sayısı da oldukça az, malum. Öyleyse, ekonomik raporların ve açıklamaların satır aralarını iyi yorumlayarak gerçeği aramak dışında pek bir alternatif görünmüyor.
 
O zaman açıklamalara şöyle bir göz atalım. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Kalkınma Bakanı Lütfü Elvan, “2018’de yüksek büyümenin temelleri var” dediler. Bu temelleri açıklarken de, “dünya çapında ekonominin büyümesi ve bu nedenle ihracatın artması”nı ilk sıraya yazdılar. Peki bu doğru mu? 2009’da ABD’de başlayan ekonomik krizin 2018’de aşıldığı ve yeni bir genişleme döneminin yaşandığı söylemleri epey zamandır dillerde. Ancak kapitalizmin krizinin etkilerinin halen sürdüğünü ortaya koyanların da sayısı az değil. Buna birkaç temel dayanak gösteriliyor. Krizin bittiğini savunanlar, sanayi üretiminin arttığını dolayısıyla ekonomik büyümenin de artmaya devam edeceğini söylüyor. Bitmediğini savunanlar ise, bir süredir sanayi üretimi ile ekonomik büyümenin paralellik göstermediğinin altını çiziyor. Kaldı ki söyledikleri gibi ekonomi büyüse de, bu büyüme faiz oranlarının artışını da berberinde getirecek ve büyüme sürdürülebilir olmayacak değerlendirmesi mevcut.
 
Tüm bunlar ne anlama geliyor? Demek ki “dünya çapında ekonomik büyüme” denen, aslında kapitalizmin güllük gülistanlık ilerleyeceği tezi, öyle derhal doğru kabul edilemezmiş. Bizim bakanların “dünya çapında ekonomik büyüme var, bizim de ihracatımız arttığına göre, biz de büyümeye devam edeceğiz” teorileri de böylece çöküyor. Üstelik önermelerin ikisi birden yanlış! Birincisini söyledik, “dünya çapında ekonomik büyüme var” değerlendirmesi gerçeği yansıtmıyor. İkincisi de Türkiye’nin ihracatının artarak süreceği tespiti doğru değil. Neden? Dış politikadaki dengesiz seyir nedeniyle elbette.

 

Geçinemiyoruz çünkü yoksuluz
 
Burada yine güncel bir konuya girmemiz gerekir. Geçtiğimiz günlerde üniversite öğrencisi Dilek Özçelik yaşamını yitirdi. Kimdi Dilek? Birkaç yıl evvel dönemin bakanı, şimdilerde adı yolsuzluk dosyalarından düşmeyen Erdoğan Bayraktar’ın karşısına çıkarak kanser hastası olduğunu ve ilaçları Türkiye’de bulamadığını anlatarak çözüm istemiş, bakan da cebine para sıkıştırmaya çalışmıştı. Dilek Özçelik ise “Ben dilenci değilim” diyerek parayı iade etmesi ile herkesin hafızalarına kazınmıştı.

 

Bu konuya neden mi atladık? Çünkü artık aramızda olmayan Dilek’in de, yazının başında tartışmaya açtığımız kendini yakmak isteyen işçinin de sorunlarının altında yatan neden aynı: Geçim derdi. Yani yoksulluk. Türkiye’de bulunamayan ve yurt dışından devasa maliyetlerle getirilmesi gereken ilaçları alamayan insanlar yaşamını yitiriyor. Bu insanlar bu ilaçları neden alamıyor? Çünkü paraları yok. Bu basit soruları neden soruyoruz diye şaşırarak takip ediyorsunuz değil mi? Aslında karmaşık konular, basit sorularla aydınlatılabilir. Öyleyse şimdi de, aslında paranın kimde olduğu konusuna doğru ilerleyelim.


Ekonomi büyüyorsa kime büyüyor?
 
Peki Türkiye’deki yüzde 11 büyüme olarak lanse edilen, üretimde artış denen konu tam olarak ne? Geçtiğimiz yıl 15 Temmuz nedeniyle üretim düştüğü için bu yılki rakamların geçen yıla kıyasla yüksek çıktığını gizlemeye çalışsalar da ortaya çıktı. Yani yüzde 11 büyüdük dedikleri aslında tam olarak yüzde 11 değilmiş. Ama verilere baktığımızda hiç artış yok da diyemiyoruz. İşte çarpıtmaya başladıkları nokta tam burası. Az önce ele almaya çalıştığımız konuya geri dönelim. Ne demiştik? Dünyadaki büyüme nedeniyle Türkiye de büyüyor tezini bir açıdan yanlışladık. Ama bir açıdan da doğrulamalıyız. O açı ise şudur: Emperyalizmde her tür ekonomik ilişki birbirine bağımlı durumda. Ekonominin üretimdeki artış-azalıştan çok, dolardaki yükselişlerden etkilenmesinin nedeni de bu. Bu durumda elbette ekonomisi büyüyenler var.
 
Büyük şirketler, Doğan’lar, Koç’lar büyüyor. Düşünün, 15 Temmuz nedeniyle büyüme durdu dedikleri 2016 yılında bile bazı büyük holdingler yüzde 30-40’lara varan büyüme rakamları açıkladı. İşte dananın kuyruğu burada kopuyor. Ekonomi işçi sınıfına büyümüyor.
 
Enflasyon canavarı hep sahnede
 
Buradan büyüme olayına açıklık getirebilecek bir diğer meseleye geçelim. Enflasyon meselesi. 2017 sonunda enflasyon yüzde 12’ye dayandı. Asgari ücret göstermelik arttı ama vergiye, elektrik, su, doğal gaz gibi temel ihtiyaçlara asgari ücret artışından daha yüksek oranlarda zamlar yapıldı. Burada dikkat çeken bir nokta var. Yüzde 12’lik enflasyon artışının, Merkez Bankası ve hükümet tarafından yüzde 5 olacağı açıklanan artışla alakasının olmaması. Merkez Bankası yılın bitimine sadece iki ay kala açıkladığı raporda enflasyonun yüzde 9.8 olacağı tahminini yaptı. Gerçekleşen enflasyon ise yüzde 11.9. Esas görevi enflasyondaki artışa müdahale olarak belirlenen bu kurumun, bu kadar isabetsiz tahminler yapması elbette talihsizlik denerek açıklanamaz. Enflasyon rakamı düşük olacak beklentisi yaratılarak, ekonominin de sermaye sahiplerine büyümesi referans gösterilerek, “çok iyiyiz” tablosu oluşturuluyor.

 

İşte şimdi yazının en başına dönüyoruz: “Bu kadar iyiysek insanlar neden geçinemiyoruz diyerek kendini yakıyor?” Bu yaman çelişki ortada apaçık duruyor. Halının altına süpürülmek istenen ama gittikçe büyüyen ve bir türlü tamamı gizlenemeyen bir kir yumağı gibi adeta. Gördünüz mü, nedenleri tartışmak pek de fena olmadı. Karşımızdaki devasa tabloyu yeniden ve yeniden incelemek, sonuçlara her daim ışık tutacaktır.