Lenin’i ve Marks’ı okuduğumuzda oldukça sade bir dil kullanmaya çalıştıkları göze çarpar. Hatta Lenin’in bu özelliği bilhassa kendisinden önceki kuşağın önemli devrimcilerinden olan Çernişevski’den aldığı bilinir.
Anlatmak istedikleri zor konuları bir çırpıda okura ulaştırmayı hedeflerler. Düşüncelerinin gücüne edebi üsluplarının bile gölge düşürmesini istemezler. Elbette böyle yazmak zordur. Ama bu tarzı benimsemeye çalışmak önemli bir ilk adımdır.
Onlar açısından ülkedeki ve dünyadaki işçi hareketinin an be an ne yönde adım atacağı esastı. Kendilerini tüm gelişmelere getirecekleri doğru yorumlamaya ve hareket planına ilişkin olarak sorumlu hissediyorlardı.
Bulundukları şartların zorluğunu sızlanarak anlatmak yerine nasıl değiştirilebileceğini açıklamaya çalışıyorlardı. Değişimden yanalardı. En başta kendi fikirleriyle ilgili bile ufukları açıktı. Olguların üzerini örtmez tam tersi onlardan güç alırlardı.
Bu yaklaşımlardan bugüne hiç mi bir şey kalmadı?
Mesela bir kesim her dakika ne kadar kötü bir yere gittiğimizi anlatmak için çırpınıyor. Her dakika diyorum çünkü en sevdikleri şey koca harflerle “son dakika” yazılı görselleri tıklayıp paylaşmak, birbirinin ardı sıra yayılan son dakikaları sızlanarak yorumlamak. Bu kesimi takipçilerine havale ederek hızla geçiyorum.
Bir diğer kesim olayları yorumlayacağım derken bildiklerimizi unutturmaya çalışıyor. Olguların üzerini örtüyor. Üzeri örtülmeye çalışılanların en başında meclisler meselesi geliyor.
Bir keşif gibi anlatılmak istenen yani etrafında dolaşılan konu meclislerdir. Büyük bir dikkatle adından bahsedilmemesi yanlıştır. Her ne kadar bugün uzaklaşılmış olsa da hepimizin olumlu deneyimi de meclislerdir.
Meclisler elbette yeni keşfedilmedi. Kısaca Sovyetler Birliği denilen bir ülkenin adında bile yer aldı meclisler. Kısa süre sonra yüzüncü yıl anmaları yapılmaya hazırlanılan Ekim Devrimi, sovyetlerin yani meclislerin iktidarı alması başarısıydı. Meclisler yani halkın doğrudan siyasal özne olduğu iktidar nüveleri bu kadar hayatiydi. Toplumun en geniş kesimini temsil etmeye yetkin olan sovyetler, Bolşeviklerin ön açıcılığıyla iktidarı da aldı. Yani yenilmedi, bu sefer ezilenler adına başardı. Birbirlerini sevseler de sevmeseler de işçisiyle, köylüsüyle, askeriyle tüm toplum adına sovyetlerde birleşilebildi, anlaşılabildi, harekete geçilebildi ve iktidar alınabildi. Adı geçen sovyetler yani o zamanın ve oraların deyimiyle meclislerdir.
En yakın zamanda batıdaki iki büyük örnek önemlidir. Hem Gezi hem de hayır mücadelesi sürecinde toplum mücadele etmek için topyekun harekete geçti. Harekete geçen toplumun en önemli araçları yine forumlar ve meclisler oldu.
Toplum atacağı adımları belirleyebildiği, düşünebildiği ve karar verebildiği yapılara oldukça sıcak yaklaştı. Oralara tutunmaya başladı, oralara emek verdi. Eylem yaptı, çağrı yaptı, analiz etti, birleştirdi, buluşturdu. İçinde her siyasi eğilimden, her kimlikten insanlar irili ufaklı gruplar olarak yer aldı. Her defasında ortak bir hedef belirlediler ve o hedef doğrultusunda mücadele ettiler.
Herkesin mücadele edebildiğini hissettiği günlerdi o günler. Durgun bekleyişler yerini siyasi canlılığa bırakabildi. Deneyimliler deneyimsizlerle buluştu, siyaset gündelik hayatın içerisinde yer almaya başladı. İşte bunları var edenler forumların ve meclislerin insanlarıydı. Forumlar ve meclislerdi.
Bu hep böyleydi. İşçiler ve ezilenler bir ülke kurmuş adını sovyet koymuş, dünya çapında faşizme karşı direnelim demiş birleşik cephe kurmuş, Fatsa gibi bir belediye almış onu halk komiteleriyle yönetmiş, bir direniş gerçekleştirmiş forumları var etmiş, bir siyasal mücadele başlatmış meclislerde birleşmiş.
Adları ne kadar değişik olsa da emekçilerin ve ezilenlerin her zaman gündeminde olan meclisler yeni bir gündem değildir. Bir ikilik yaratacak kadar karışık bile değildir. Bir varlık yokluk sorununun gündemi de değildir. Şöyle ki; her hal ve şartta sadece devrimci partilerin güçlü olması bile var olan siyasal sorunlara çözüm olamaz. Mutlaka meclisler gibi farklı görüşlerdeki insanların birlikte düşünmek ve eylemek için yer alabileceği araçlar olması gerekir. Bu ilişkinin çarpıtılabilecek bir yanı yoktur.
Ülkedeki siyasal güçlerin ve onların ardındaki sınıf ilişkilerinin konumlanışı sizin aklınıza yatmayabilir. Ama siyasal mücadele devam edecektir. Hiçbir zaman tam sizin istediğiniz güçler ve dengeler oluşamayabilir. Bu yüzden farklı insanların, farklı fikirlerin ve onların oluşturduğu grupların ilişkilenmesine ihtiyaç olacaktır. Ezilenlerin tarihi bu ilişkilenme biçimine üretilen örneklerle dolu oysa ki. Öncesindeki zenginliklerden yola çıkarak bu, Bolşevikler ve sovyetler ilişkisinde zaferini ilan edebilmiş, daha sonraki tüm dönemlerde de çeşitli formüllerle gündeme gelebilmiştir.
Elbette ki bizim aramızda dolaşabilen burnu havadalıkların aslı astarı yoktur. Köhnemiş siyasal gruplaşmalar geçmişiyle böbürlenmeler dışında canlılık gösterme zahmetine bile girmiyor. Her gündemde bu kadar ıskalamalarının sebebi de budur. Kimseye ihtiyaçları yok. Geçmişleri çok önemli. Bu yüzden de şimdi de “doğal” olarak hala önemli olacaklarına olan inançlarını sürdürüyorlar. Bu tablonun zaten sağın anlatımından hiçbir farkı yok. Başarılı tarihleri kadar yerine getirmedikleri veya getiremedikleri şanssız tarihlerini de gündemlerine alırlarsa belki sorunun kaynağına inebilirler. Ama bugünlerde iyice ayyuka çıkan şan, şöhret solculuğu yerine olgulara ve deneyimlere yaslanan siyaset geleneğinin bayrağını dalgalandırmakta fayda var.
*
Birlikte düşünmek ve eylemek önemlidir. Bu edinilmesi gereken bir kabiliyettir. Söz, yetki, karar ve iktidar bütünlüğüdür. Meclisten kastedilen ise bu bütünsel ilişkidir. Yine bugünlerde şu “meclis paneli” şeklindeki ilişkiler ise kelime oyunundan ibarettir. Bu da meclis olgusunun ortadan kaldırılmasıdır. Meclis insanı siyasal özneyken, panel dinleyicisi adı üzerinde edilgen bir dinleyicidir. Ama bizim hedefimiz insanların dinleyici olması mı? Tam tersi. Siyasetin öznesi olması. Toplumun çoğunluğunu oluşturan alt sınıfların siyaset yapması, birlikte hareket edebilme kabiliyetini edinebilmesidir. Yoksa isimler görüldüğü üzere değişebilir. Önemli olan meclisi karakterize eden yapının sürdürülebilmesidir.
CHP’nin Adalet Kurultayı yine bu yanlış biçimin en çarpıcı örneğidir. Yine kelime oyunudur. Mesela kurultaya önerge sunulabilir ama Adalet Kurultayı’na sunulamaz. O zaman adı neden kurultay? Kurultayın tüm konuşmacıları kapalı kapılar ardında çeşitli CHP lobilerinin ilişkileriyle belirlenebildi. Görülüyor ki Kurultay’da aranan sağa kayma “içki içtin” meselesine yaklaşımda değil. Onun dikkatlerden kaçan daha sağı var. İnsanlar Adalet Yürüyüşü’nde yürüyebilerek hareketin öznesi olmuşken, Kurultay’da düzenlenen yüzlerce panelde ise hareketin öznesi olma konumundan düşürülmüştür.
Bu konuya tek bir itiraz eden duydunuz mu? Çünkü solun genel eğilimi de insanların tıpkı Kurultay’da olduğu gibi sadece dinleyici olmasından ibarettir. Binlerce insan dinleyecek uzmanlar ve panelistler onlara anlatacak. Soru dahi sorulamayacak. Kurultay ama önerge verilemeyecek. E peki panelistleri kim belirleyecek, kim denetleyecek? Zaten onları her şeyin en güzelini bilenler belirleyecek. O zaman başta AKP genel başkanıyla ve özetle sağ ile olan fark nerededir? Sadece içki içenlerle ilgili alınacak laik tavır yeterli olacak mıdır? Sağcı değil de hep solcu konuşmacılar olsa iyi olacak mıdır?
Üretenlerin yönetmesi ilişkisi böyle buz gibi gerçektir işte. Söz de karar da artık imtiyazlı panelistlerin değil yürümekten ayakları su toplamış olanların olabilmelidir. Koca kurultay çadırının altında mikrofon elden ele dolaşsaydı CHP bürokrasisi sağa kayamazdı. O çadırın altını dolduranlar sözleriyle CHP’yi sola çekerlerdi. Herkes demiyor mu CHP tabanın baskısıyla yürüyüş yaptı diye? O zaman neden el birliğiyle CHP bürokrasisinin inisiyatifi katılımcılardan almasına ortak olunuyor, karşı çıkılmıyor?
Sol toplumun mutsuz çoğunluğunu siyasetin öznesi yapmak istiyorken, sağ ise onları nesne olma konumuna iter ve siyasette inisiyatifin mutlu azınlığın elinde kalmasını hedefler. Bu teraziye göre halkın özne olma hakkını savunmayan herkes bir bakmış ki CHP’nin daha sağında. CHP hiç değilse bazen kalabalıkları özne olarak ele almak zorunda kalıyor. Kimi “sol” eğilimlerde çok uzun süredir üç konuşmacının bir salon dolusu insana konuştuğu paneller esas biçim olmuş oldu. Salonun öyle veya böyle dolması yeterli ama salonu dolduranların siyasetle kurdukları ilişki kimsenin umurunda değil.
Örneğin bir ülkenin siyasal mücadelesin kalbi büyük şehirleridir değil mi? Peki neden bizim ülkemizde 1 Mayıs - 1 Eylül arası siyasetin kalbi sahil kasabalarında atıyor. Eğer siz insanları panelde dinleyici konumuna iterseniz onlar da örneğin Uğur Dündar’ın hem de canlı yayınlanan panellerini daha çok benimseyebilirler. Bu biçimin kendisine meclis veya kurultay gibi yakıştırmalarda bulunmak, olabilecek en kötü göz bağcılıktır.
Yine önümüzde önemli mücadele günleri bizi bekliyor. Toplum yine bir politik mücadeleye hazırlanıyor.
Rejimin nelere göz diktiğinde de anlaşıyoruz.
CHP'nin sağa mı sola mı kaydırılacağının trafik polisliğini yapmak tabloyu değiştirmeyecek. İçinde lobi yapmak da tabloyu değiştirmeyecek. Ama meclislerde buluşan örgütlü halk tabloyu değiştirebilir. Onları ne CHP'li bürokratlar ne de sol bürokratlar yanıltabilir. Kendi kararlarını kendileri değerlendirir ve sürece müdahale ederler. Örgütlü hareket ederler.
Muazzam bir mücadele dinamiğinin üzerindeyiz. Başa baş bir kavga sürüp gidiyor. Düzen cephesi sağ olsun merkez olsun diyebilir. Bugün birlikte saf tuttuğunuz her kesim sağcılaşabilir, umutsuzlaşabilir. Elimizden bu gidişi izlemek dışında çok şey geliyor. En önemli adım, halkı gidişatı izleyen konumdan müdahale eden konuma getirebilmektir. Bunun zeminlerini yaratmaktır. Halkın müdahalesi dışında hiçbir şey dengeleri alt üst edemez. Merkezin de sağın da dengesini bozacak olan yine halkın müdahalesi olacaktır.
Ülkenin faşizm şartlarından kurtulması hayatidir. Hiç kimse kendi kendine bu hayati hedefin üstesinden gelemez. Bunun dışında estetize edilen “yalnız adam” solun konuyla ilgisi bile yoktur. Onların yalnızlık anlatımını kazıdığımızda ya milliyetçilik ya da yenilmişlik çıkacaktır.
Solun önündeki konu bu kadar berraktır işte. Bu soruya verilecek yanıtlara gore kimin kafası karışık kimin berrak o zaman göreceğiz.