Almanya’nın Türkiye’den somut talepleri var. Almanya’nın kendi ifadeleriyle, teröristlik suçlamasıyla tutuklanan Alman vatandaşlarının serbest bırakılması, “demokratik hukuk devleti uygulamalarına" dönülmesi ve Türkiye’nin yatırımcılara güven veren bir yer haline gelmesi... Eğer böyle olmazsa kredi garantilerinin yeniden gözden geçirilmesi, mali yardımların durdurulması gibi yaptırımlar uygulanacak.

Hükümet ilk etapta bu açıklamaları, seçimlere yönelik bir “iç yatırım” olarak değerlendirmişti. Almanya’da seçim dönemlerinin Erdoğan hakkında “en kötü sözü kim söyleyecek” yarışına dönüştüğü göz önünde bulundurulursa, dayanaklı bir düşünce. Fakat bu, bizim bakanlar ekonomik yaptırımlar konusunda ne kadar hassas olduklarını açık etmeden önceydi.

Belli ki artık mülteci kartı pek iş görmüyor. Yaptırımların beyan edildiği şekilde uygulanacağından emin olunabilir mi? Belki evet, belki hayır. Fakat önemli olan, bu yaptırımların sadece “ekonomik” yaptırımlar olmadığıdır. Ortaya çıkacak siyasi sonuçların bedelini ödeyecek olan da rejimdir.

Saray'ın sistematik yanılgısı

Alman partilerinin temsilcileri, genel olarak Türkiye’nin yelkenleri suya indirdiği kanısında. Erdoğan her ne kadar “bizi korkutmaya gücünüz yetmez” dese de Almanya, buna kadir olduğunu gördü. Başbakan’ın ve Ekonomi bakanının Alman şirketleri karşısındaki derin mahcubiyeti “Biz sizi Alman değil Türk şirketleri olarak görüyoruz” cümlesinde somutlaştı.

Mevcut koşullarda Almanya’nın Türkiye ekonomisi açısından ne anlama geldiğini anlatmaya gerek de yok. Fakat sorun şu, Saray rejimi ekonomi ve politikayı farklı olgular olarak ele almak istiyor. Gerçeklik buna müsaade etmiyor. Politik ve ekonomik çıkarlarıyla ortak bir irade sergileyen Almanya temsilcilerine karşı elinde olan; ya sadece yüksek perdeden konuşan bir Cumhurbaşkanı ya da “yanlış anlaşılmalara” dayanarak durumu kurtarmaya çalışan bakanlar. AKP de artık sermaye sınıfının çıkarlarını temsil etmeyi başaramıyor. Tek bir kişinin çıkarlarını gözeterek koca bir sermaye devletini işletebileceklerini zannediyorlar. Kendileri adına ölümcül bir yanılgı. Ama Almanya bu hassas gerçeğin, sistematik bir yanılgı içinde olduklarının farkında.

Tabii dış ilişkilerdeki krizin, aslında rejimin içerde çözemediği bazı durumlar sebebiyle de vuku bulduğunu teslim etmek gerekir. Adalet Yürüyüşü’nün gücü tüm dünyaya, ülkemizde Erdoğan’ın sarsılmaz otoritesi dışında başka bir şeyin etrafında da milyonlarca insanın birleşebileceğini gösterdi. Rejim, Kılıçdaroğlu’nun Avrupa’ya “Türkiye Erdoğan’dan ibaret değil” mesajları ile bir Almanya’nın hukuk devletine dönüş talepleri arasında sıkışıyor. Kim sadece şantajla ilişki kuran biriyle sonsuza dek iletişim kurmak ister ki? Kim bulduğu ilk fırsatta onun üzerine gitmez?

Erdoğan başkanlık referandumunda ucu ucuna galip gelse de; toplumun giderek büyüyen itirazlarına karşı çaresiz, hem de emperyalistler tarafından doğrudan uyarılan bir Erdoğan’dır artık. İstediği insanı tutuklamasının, yazdırdığı gülünç iddianamelerin, hukuksuzlukların bir karşılığı olacaktır. Kendisi için hüzün verici olan, temkinli olmak diye bir seçeneğinin olmayışıdır. Çünkü artık temsil etmek istediği sınıf tarih sahnesinden çoktan silinmiştir. Yatırım yapmak zorunda olan sermaye sınıfına istemese de mecburdur. Onların güvenini sadece grev yasaklayarak kazanabileceğini sanması da içinde bulunduğu bir diğer yanılgıdır.

Bu açmazlarının içinden mültecilerle çıkamayacağı gibi, Rus malı S-400’ler ile de çıkamayacaktır. Ciddi ittifakları sadece bazı ihalelere imza atarak sonlandıramazsınız. Ki konu NATO-Türkiye ise, ittifaktan çok bir vesayet ilişkisinden söz edilebilir.

Sorunlarımız büyük, biz de büyüğüz

Saray mültecileri Avrupa’ya karşı kullanamıyor, ana muhalefetin argümanları karşısında eziliyor, toplumsal muhalefet onu köşeye sıkıştırıyor ise sol da buna uygun bir tavır almalıdır. Bitmeyen mazlumluğumuz sona ermeli. Potansiyelimizin farkına varmalıyız. Açılan boşluklara yerleşmeli ve toplumun devrimci iradesini güçlendirmeliyiz. Diktatörlüğe karşı mücadeleden başarılı çıkabilmek, bizi sadece ilan ettiğimiz anlamda değil gerçek anlamda bağımsız bir güç olarak ortaya koyabilecektir.

Gerekli her şeyin belirli nedenleri, ortaya çıkardığı belirli sonuçlar vardır. Devrimci bir politika, nesnel durumların ismini değiştirerek, mevcut haline bazı eklemeler yapılarak ortaya konulamaz. Nesnel durum içerisinde ancak doğru eyleme karar vermekle olabilir.

Almanya hükümeti, her sermaye iktidarı gibi ikiyüzlüdür. Ülkemizde demokrasinin, aşama aşama yok edilmesine Avrupalı türdeşleri gibi sadece “endişeli” kalmıştır. Şimdilerde demokrasi ve hukuk devleti savunucusu olarak öne çıkıyor olsa da, geçmişte neler olduğunu unutmak için ahmak olmak gerek.

Mülteci akını onlar için büyük sorundu ve uzun bir süre, Erdoğan’ın şantajlarına yalnızca boyun eğdiler. Ülkemizdeki hukuksuzluklara karşı geliştirdikleri bu hassasiyet, artık durumu yalnızca mültecileri Almanya’dan uzak tutarak sürdüremeyecekleri içindir. Velhasıl Alman hükümeti de, tüm dünyadaki krizden bağımsız değildir. Saray rejimi ile zıtlaşması, doğru yola geldikleri için değildir. Sosyalistler olarak bu durumu böyle ele alamayız.

Fakat buna “yedeklenmemek” için yapılacak şey, sürekli bir “Ne oldum?” bunalımı içinde olmak değildir. Sosyalizmin tüm ilkelerini tekrar tekrar, ayrı ayrı, farklı boyutlarıyla ifade etmek; önümüzdeki temel sorunun yeni rejimin inşasını önlemek, diktatörlüğü yenmek olduğu gerçeğini değiştirmez.Zira yenemezsek, emekçi sınıflara aktarmakla yükümlü olduğumuz politik bilinç ve deneyime asla sahip olamayız.

İnsan ne oldum değil ne olacağım demeli.