Kemal Kılıçdaroğlu AKP’nin yeni rejimine karşı yapılabilecek en meşru şeyi yapıyor. Bunun netliğini ortaya koymak gerekir. Meşru olmayan iktidara karşı en meşru çatı altında birleşmek, Türkiye’de acil bir durum. Toplum da güncel ihtiyacına göre davranıyor ve CHP Genel Başkanı’nın başlattığı bu ülke çapındaki hareketlenmeyi elinden geldiğince arttırıyor.
 
Referandum sonrasında “ülkenin yarısı”nı konuşmaya başlamıştık, şimdi ise “ülke çapında” adalet adına bir hareketlilikten bahsediyoruz. Gerçekten de öyle, yürüyüş Ankara’dan İstanbul’a uzanan hattan Bursa’ya, İzmir’e, İstanbul’un önemli bir parkı olan Maçka Parkı’na ve birçok farklı merkeze kadar etki alanı yarattı.

En geniş cephe altında mücadele esastır

Ülkenin siyasal bir tercih üzerine ikiye bölünmüş olması, tartışmaya kapalı somut bir veri. Diktatörlüğe “hayır” diyen bir ülkenin yarısı var. Hayır tarafındaki en büyük yapı olan CHP’nin Genel Başkanı ise ülke çapında bir hareket başlatmak için kollarını sıvadı. Devrimci siyaset adına bu aşamada ne yapılacağı bir ilke konusudur. Burada tarihin devrimcilere yönelttiği iki soru var: Diktatörlük tehdidi altındaki halkın –dolayısıyla da işçi sınıfının- talepleri, çıkarları doğrultusunda en geniş cephe altında mücadele mi? Yoksa yüce “bağımsız devrimcilik” adına düzen partisi olan CHP ile yan yana olmaktan geri durmak, diktatörlüğe karşı mücadeleye heveslenen halk kitlelerini yalnız bırakmak mı?

Kimse felaket tellalı olduğumuzu iddia etmesin, tarihsel açıdan durum bu kadar net. Sağlıklı bir zihin, gereken tavrı almak için güçlük yaşamayacaktır.

Türkiye siyasal gerçekliği, varlığımızı olayların “tam ortasında” derinleştirebildiğimizi gösterdi. Hangi büyük rüzgara bindiysek orada tecrübe kazandık, orada yenilendik. Siyasal ilişkilerimizi, toplumsal hareketliliğin içinde geliştirebildiğimizi gördük. Solun kalıplaşmış etkinlik biçimlerini, bizi bulunduğumuz yerden daha yükseğe çıkaran o büyük rüzgarların tepesindeyken gözlemleyebildik.

Artık ne eskiden bulunduğumuz yer aynı, ne de artık eski kalıplara geri dönüp varoluş geliştirmemiz mümkün. Varsın beğenilmesin ama artık Türkiye’de uzun süredir sadece büyük meseleler konuşuluyor. Kendini yapılandırmaya çalışan faşist yeni rejim, kendi bütünsel siyasetini Türkiye halkını baskılayarak oluşturuyor ve sürekli ateşle oynuyor. Ülkemiz yangın yerine dönmüşken kıvılcımların değerinden söz etmek, tüm bunlardan “bağımsız” olunabileceğini iddia etmek de pek mümkün görünmüyor.

Ne yaptığımızı biliyoruz

“Hayır” oyu kullanan milyonlarla aynı tarafta olduğumuz ne kadar net ise, AKP diktatörlüğüne karşı “adalet” yürüyüşüne başlayan Kılıçdaroğlu ile de güncel koşullarda aynı taraftayız. Bunu gönül rahatlığıyla ifade edebiliyoruz. Gezi’de nasıl biriken öfkesini Taksim Meydanı’na yığan kitlelerle aynı tarafta idiysek, 7 Haziran’da nasıl tüm Türkiye adına “Seni Başkan Yaptırmayacağız” diyen HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile aynı tarafta idiysek, 16 Nisan’da nasıl milyonlarla birlikte “Hayır” dediysek, bugün de elindeki “adalet” yazılı dövizi ile diktatörlüğe karşı yürüdüğünü ilan eden CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile aynı taraftayız.

Bu CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılmasını, savaş tezkerelerini onayladığını, 16 Nisan sonrasında halkın enerjisini “iç hukuk yollarında” tükettiğini unutmak anlamına gelmez. CHP’nin hangi sınıfı temsil ettiğini unutmak anlamına da gelmez. Güncel konu, halkın gözünde yeri olan bir siyasetçinin ülkedeki diktatörlük tehlikesine dikkat çekmek için bir büyük yürüyüş gerçekleştirmesidir. Bu yürüyüşün büyümesi, halkın siyaset yapma alanını muhakkak güçlendirecektir.

Böyle bir olaya sadece “kayıtsız kalmamak” yetmez, içinde aktif özne olarak çalışmak gerekir. Kaldı ki, “duyarlı olmak, kayıtsız kalmamak” havada asılı kalan tanımlardır. Solun muğlaklık gibi bir lüksü kalmamıştır. Ana muhalefet partisi liderinin böylesi bir atılımı, milyonlarca insanı siyasal mücadeleye yöneltebilir.

Halkımızla diktatörlüğe karşı mücadele edeceğiz

“Kurulu düzene karşı tüm hareketleri desteklemek”, Manifesto’da açıkça yazmaktadır. Türkiye’de gitmesi gereken kurulu düzenin Saray diktatörlüğü olmadığını iddia etmek de yürek ister. Kimse kendisi dışındaki partilerin eylem ve açılımına duyarlı olmak, katılım göstermek zorunda değildir. Hiçbir kadraja girmiyor olmakla da böbürlenilebilir. Fakat bugün, aklı başında olan her marksist faşizme karşı tüm güçlerle bir arada mücadeleye girişmenin yollarını arıyor olmak zorundadır. Tüm ülkede gelişen bir hareketliliğe “müdahale etmemek üzere” kurulan gösterişli sözler, ne yazık ki bir çaresizliğe işaret etmektedir. Göze görünen kibrin altında yatan, aslında siyaset yoksunluğudur.

Marksistlerin biricik görevi toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilere ulaşmaktır. İşçilerin çıkarlarını sadece grevlerde, taşerona karşı mücadelede, kıdem tazminatı gaspına karşı mücadelede aramak hatalıdır. Lenin’in yüz yılı aşkın bir süre önce toprağa gömdüğü, Raboçaya Dyelo ekonomistlerinin sahipleneceği türden bir bakış açısıdır. Bugün geniş halk kitleleriyle demokrasi mücadelesi içinde birliktelik, devrimci siyasetin meşruiyetini işçi sınıfı nezdinde güçlendirebilir. Sosyalist hareket de sonuçları nereye varırsa varsın bu işten kazançlı çıkacaktır.

Türkiye işçi sınıfının ezici çoğunluğunun dağınık olduğu  günümüzde, sınıf siyasetinin temelini atmak için en elverişli alan, sınıfın öğelerinin siyasal özne olmayı tattığı bütünsel hareketlerdir. Adalet yürüyüşü de bunlardan bir tanesidir.  

Ateşle oynamaksa ateş oyunları, sıcak yaz günlerinde terlemekse terlemek. Halkımızla birlikte adalet için yürüyecek, adalet için nöbet tutacak, diktatörlüğe karşı birlikte direneceğiz. Bilimsel sosyalizm karamsar iç geçirmeler ya da yaldızlı laflarla değil, bir avuç insanın tüm dünyaya dair söz söylemeye cüret eden yetkinliği ve özgüveniyle kuruldu. Bu özgüvenin mirasçıları olarak elimizdeki kuvveti toplamalı ve adalet mücadelesine dahil olmalıyız.


Yarın Dergi'sinin 6. sayısında yayımlanmıştır.