Sağlık hizmetlerinin nasıl sunulacağına ilişkin gelişmeler gündemden düşmüyor. Bu hafta da “Tam Gün” ve “Zorunlu Hizmet” ile ilgili yeni düzenlemeler konuluşuyor.

 
Her gelişmeyi toplum katından görmesi gereken sol, tam tedavi veren bir tam gün uygulamasını ve zorunlu hizmeti ve herkes için tam istihdamı savunmalıdır. Belirtmekte yarar var; hekimlere serbest çalışma hakkı yani kamuda çalışan hekimin aynı zamanda muayenehane açma ya da özel sektörde çalışma serbestliği 31.12.1980 tarihli “Sağlık Personelini Tazminat ve Çalışma Esaslarına Dair Kanun” ile bir 12 Eylül uygulaması olarak gündeme gelmiştir.
 
Daha önce sınırlama getiren ise, hizmetin en ücra yerlere taşınması için bir mimari kuran 1961 tarihli, 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun’dur. Yani bir yasalar mezarlığı olan Türkiye sağlık mevzuatında en büyük çoğunluklara eşit sosyal haklar getirmesi nedeniyle en fazla savunmamız gereken yasa.
 
Sadece sol değil, hastasına, meslekdaşına ve topluma karşı etik yükümlülükleri olan hekimlikler de tam günü; özel muayenehaneler ile kamu kurumlarının ilişkisinin kopmasını ve hizmete en çok ihtiyacı olup en az ulaşanlara hizmet götürmeyi yani “zorunlu hizmeti” de savunmalıdır.
 
Tükiye’de bölgeler arasında ve aynı bölgede yaşayan sınıflar arasında sağlıkta çok büyük bir eşitsizlik hüküm sürerken, zorunlu hizmete karşı çıkmak , belkemiği “eşitlik” değeri olan sola düşmez.
 
Solun gündeminde bunun tam tersine, örneğin aile hekimliğine geçişte büyükşehirlerde bazı mahallere neden hiçbir hekimin gitmek istemediği olmalıdır. Duman, is ve betondan oluşan ve bunların arasında yine de çiçekler yetiştirebilen emektar emekçilerin, en ezilenlerin yaşadığı mahallelerdir bunlar; Gazi Mahallesi, Sultanbeyli, Gülsuyu vb. Oysa ezilen büyük çoğunluğun sağlıktaki durumu “Ters Hizmet Yasası” diye adlandırılır: en sık hasta olanların, sağlık hizmetine en çok ihtiyaç duyanların, ona en az ulaşanlar olması. Solun gündemi bununla uğraşmak olmalıdır.
 
Gelelim esas meseleye; bütün bunların AKP’nin dönüşüm programının parçası olması durumu değiştirmez. Doğrudur, parçasıdır ve AKP bu programın son etabına varmıştır. Ancak her güncel gelişmeyi somut olarak kimin yararına olacağına bakmadan , AKP’nin ajandası diye kestirmeden ele almak, birincisi o değişimin kendisine ilişkin politika üretmeyi, ikincisi ezilenlerin zararına olacak bir çok uygulamaya karşı direnişi imkansız kılıyor.
Çünkü, emekçilere sözümüzün ulaşması zorlaşıyor.
Buna bir de hükümetin kendi sözünü topluma egemen iletişim araçları desteğiyle gayet ‘halkçı bir retorikle’ sunması eklenince işimiz daha da güçleşiyor.
 
Esasta bu komploculuk mantığı bütünü görmeyi engelliyor.
Burada komplo gibi ele alınan “Sağlık Reformu”, AKP’den öncede mevcuttu. Dünya çapında kapitalizmin 70’lerde başlayan son uzun krizini aşmak için sarıldığı yeniliberal politikaların parçası olarak uygulanıyordu. Kamu harcamalarının mümkün olduğunca kısıtlanması gerektiği görüşünün yaygınlaştığı dönemde, hükümetler bütçenin giderek daha fazla bir kısmını işgal eden sağlık harcamalarını nasıl azaltabileceklerinin yolunu aramaya başladılar. İşte sağlıkta reform “salgını” bu çerçevede, 80’lerde ortaya çıktı. Ekonomik-politik-kültürel birbirinden farklı bir çok ülkede hep aynı temel paket işledi:
 
1. Sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması
 
2. Hizmet sunumu ile finansmanın birbirinden ayrılması
 
3. Kamu sektörü dışında kalan kurumların teşviki
 
4. Piyasa mekanizmalarının daha çok kullanılmaya başlanması
 
5. Yerinden yönetime dayalı bir sistemin kurulması
 
Gelişmekte olan ülkelerde temel reform paketleri çok nadiren ülke içinden önerildi, daha çok dış kaynaklı Dünya Bankası ve benzeri finans kuruluşlarından başlatıldı. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı 90’larda “reform” adıyla programlar çalıştı ancak sık değişen hükümet ve sağlık bakanları nedeniyle planlar uygulanamadı. İstikrarlı ve güçlü bir hükümet lazımdı, AKP ile zamanı geldi. Hatta bu yüzden 2003 yılında başlayan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”, sağlık bakanının AA röportajında kendi ağzıyla söylediği gibi, özellikle yıpranmış bulunan “reform”adıyla adlandırılmadı.
Şimdi buradan bütüne baktığımızda gördüklerimiz;
Dünyada 1 milyar kişi açlık çekiyor ve açlık çeken insanların sayısı son üç yılda 75 milyon artmış. Bu artışın anlamı; 2008 finans krizinin bir de bu marifeti var demek.
70’lerde başlayan krize verilen, yeni liberal yanıt çöktü.
Ve bunun farkında olanlar meydanları dolduruyor.