Geçtiğimiz günlerde, 1997’de Çemişgezek’te tank ateşiyle öldürülen, bedenleri tanınmaz hale gelen 18 genç insanın otopsi raporu yayınlandı.

 
Raporun nasıl bir vahşet ve insanlık suçu belgesi olduğunu, o genç insanlardan biri olan Ali Yıldız’ın ağabeyi Hüsnü Yıldız’ın, kardeşinin cenazesini alabilmek için 56 gündür süren açlığıyla ne anlatmak istediğini açıkça gördük.
Bu vahşeti yaratan tankları, TSK yürüttü.
12 Eylül’de de, 28 Şubat ‘ta da böyle oldu. Türkiye’de TSK ve onun derin kolları, kerelerce halkların üzerine tank yürüttü, barut yürüttü. Maraş’ta da böyle oldu, 19 Aralık Katliamında da.
Yerin altında karanlıkta, 
Yıllardır her Cumartesi, yeryüzünde aradığımız insancıklar, onların kemikleri var.
Ayaklarımızın altındaki toplu mezarlarda parçalanmış genç bedenler, maden işçilerin hala gün yüzü görmemiş bedenleri yatıyor. 
Bugüne kadar, faşist cunta rejimleri, e- Muhtıralar, yargı darbeleri ve sonuçlandırılamamış girişimleriyle beraber onlarca kez darbe süreci yaşadık. Darbe tehdidinin her zaman duvarda asılı durduğu kaç “olağanüstü hal” dönemi gördük.
TSK’nın, seçilmiş parlamento dahil kimseye hesap vermeden bunları yapma gücünü kendinde görmesinin tarihi uzun: Seçilmemiş olanların silah zoruyla yürütmeye ortak olması, 27 Mayıs 1960 darbesi ile kurumsallaştı; MGK doğdu. Bu hukuksal nitelik ile 12 Mart 1971 darbesi rahatlıkla yapılabilir oldu; topluma yeni bir hayat umudu veren Türkiye sosyalist hareketinin genç damarları kurşuna dizildi, darağacına gönderildi. 
Yenilgiden politik bir zaferle çıkmayı bilen devrimci hareket, yeniden toplumsallaştı. Toplumun umutları bu kez de 12 Eylül 1980 ile kökü kazınarak kurutulmak istendi. Kurumları ve yasalarıyla toplumda kalıcı izler yaratmış olan 12 Eylül rejimi devam ederken 28 Şubat 1997 ile bir kez daha meclisin iradesi hiçe sayıldı. Sincan’dan kalkan tanklar, sadece başörtüsünün değil, Yeni İş Yasası ile emekçilerin, 19 Aralık Katliamı ve F tiplerinin açılması ile devrimcilerin, Kürt hareketinin, toplumsal muhalefetin birleşik - çoğulcu örgütlerinin üzerine yürüdü. 
Yetmedi, 27 Nisan 2007’de gece yarısı muhtırasıyla, cumhurbaşkanlığı krizi yaratıldı ve darbe gölgesinde genel seçime gidilmek zorunda kalındı. 
Ve bu sefer işler her zaman olduğu gibi gitmedi. Birincisi; darbelerin bedelini her seferinde geniş halk kitlelerinin ödediğini bilen, bunu deneyimlemiş bir Türkiye toplumu vardı. Toplum 2007 seçimlerinde, gerçek seçim yapması istenen her durumda olduğu gibi, darbeden en uzak partiyi seçerek demokrasi talebiyle karşılık verdi; AKP %47 oy ile hükümeti kurdu. 
İkincisi AKP, bu arzuyu ve daha da önemlisi uluslararası kapitalizmin rasyonellerini okumayı ve uyum sağlamayı iyi bildi. Sadece kendi varlığını korumak için de olsa, toplumun taleplerinin önüne her seferinde silahla dikilen ordunun karşısında sessiz kalmadı. Ve bunu her ne için yapmış olursa olsun, bu tutumun objektif sonucu bir demokratikleşme adımı oldu. Dolayısıyla bugün gündemdeki YAŞ toplantıları ve “sivilleşme” konusu, esasında 2007’de başlayıp devam eden, referandum ve 2011 seçimlerinde tümüyle onaylanmış olan, burjuvazinin önemli bir kesimini de temsil eden düzen partisi AKP’nin zorunlu yoludur. Yani AKP bugün gündeme getirdiği Genelkurmayın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, darbelere yasal zemin oluşturan 35. maddenin değişmesi gibi düzenlemeleri zaten yapmak zorundadır, toplumun değişik katmanları ona bunun için oy vermiştir. Nasıl yeni bir anayasa yapmak sorumluluğu var ise bu da onun içindedir. 
Şimdi, çok yeni bir şeyler oluyor gibi konuşmak yersizdir. Yerli yerinde konuşulması gereken şudur;
AKP, başta Kürt halkının talepleri olmak üzere diğer önemli demokrasi sorunlarının hiç birinde bu demokratik adımın devamını getirmedi. Ve senelerdir bize “ben yapmak istiyorum da, ordu elimi tutuyor” u anlattı. İşte şimdi hiçbir gerekçesi kalmadı, ne kadar iyi. 
Bu yüzden liberaller bugün canhıraş onun tutarsızlıklarının da normalleşmesi için elinden geleni yapıyorlar. Şöyle söyleyelim; Mehmet Altan bile işçi haklarından söz ederken, örneğin Murat Belge AKP’nin ekonomik demokratik haklar konusunda zaten atamayacağı adımları hoş görmemiz için şimdiden yazıyor da yazıyor. 
Bize düşen, AKP’nin de, diğer bütün düzen partilerinin de hepsinin boyunun ölçüsünü almak için temiz bir zemine kavuşursak sevinmek ve demokratik mücadele taleplerini daha da yükseltmektir. 
Hadi bakalım; Ergenekon davasından, Mustafa Suphi’lere, Sabahattin Ali’ye kadar giden tarihte, 6-7 Eylül Katliamı, 68 Gençlik Mücadelesinin ilk şehitleri, Ziverbey İşkencehanesi, Kızıldere, 1 Mayıs, Beyazıt, Maraş, Çorum, Sivas, 19 Aralık ve diğer Cezaevi Katliamları, Mamak ve Diyarbakır Cezaevleri, Vedat Aydın, Musa Anter, Mehmet Sincer, Serdar Tanış, Ebu Bekir Deniz, Şemdinli, Hrant Dink, Mardin Bilge Köyü Katliamları, Cumartesi Annelerinin ve adını sayamadığımız binlerce kayıbımızın hesabını verin şimdi, elleriniz serbest.
Hopa’da bile Ergenekon arayanlar, sizin bu kendinizi aklama maskeleriniz düşecek artık ne kadar iyi. 
Ve fakat militarizm, kapitalist toplumda sürecek. Çünkü o, Metin Lokumcu’nun değil, kar için HES isteyen burjuvazinin kalkanı. 
Dünyanın en parlamenter rejimlerinden biri ABD’dir değil mi? Peki dünya yüzünde onun nasıl bir militarist makine olduğunu bilmeyen var mı? 
Bundan böyle şu ya da bu burjuvazi fark etmez, yine sermayeyi temsil eden “sivil” düzen partilerinin militarizmine karşı da mücadeleye var mısınız?