Yeni kabinede tartışmalı gündeme gelen bakanlardan biri de Ayşen Gürcan oldu. Tartışmanın ekseni biraz kaysa neredeyse ikinci bir “başörtülü bacım” konusu doğacak. Ahmet Hakan sıraya girmiş bile, Ayşe Gürcan’a başörtülü olduğu için tepki gösterildiğini düşünüyormuş. 

Oysa sorun, başörtüsü değil. 

Hatta sorun börek de değil. Gelmiş geçmiş bir söz, önemli olan bundan sonra ne yapacağıdır deyip, kendisini göreve çağırıp geçebiliriz. Ki son olarak kendisi de bu sözleri söylediğini hiç hatırlamadığını açıklamış. 

Asıl gerçek sorun şudur;  böyle bir bakanlık “yok”… 

Ayşen Gürcan’ın kadınlardan sorumlu olduğu söyleniyor. 

Ama bugün Türkiye’de her gün erkek şiddeti nedeniyle yaşam hakları ellerinden alınan kadınlar var iken,

Buna rağmen yine de haklarını aramaya devam eden, direnen, böyle kıymetli kadınlar var iken, 

Bu kadınları temsil eden bir bakanlık olmayışı asıl sorundur. 

Ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan “kadın” ifadesi kaldırıldığı andan itibaren kadın hareketi “Kadın Bakanlığı” kurulması için mücadele ediyor.

*

İkinci sorun ise tek kadın bakanın, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na uygun görülmesi, yani kadınlara yine “siz sadece bu alanda kalın, bundan anlarsınız” denilmiş olması, cinsiyetçi rol dağılımıdır. Oysa kadınlar, ekonomi bakanı da olabilir, dışişleri bakanı da. 

Elbette kadınlardan sorumlu olan bakanlıkta da, kadın temsilci olması makul ola. Ama söylediğimiz gibi bu birincisi; bu bakanlığın kadınların yaşam hakkıyla bile ilgilenmediği ortada. Bu bakımdan kadın çalışmaları yaptığı söylenen Ayşe Gürcan, eğer samimi ise geçici de olsa görev aldığı bu hükümette daha öncekiler gibi yapmayıp, kadın cinayetlerinin çözümü ile ilgilenmelidir. Üstelik önünde çok büyük bir imkan da var: “Özgecan Yasası” hazır bekliyor. 

İkincisi bakanlık görevini yapsaydı bile, cinsiyetçi bir işbölümünü kıracak olan kadınların sadece bu bakanlıkta değil başka alanlarda da görevlendirilmesidir. 

Üçüncüsü geliyoruz başörtüsü konusuna; Türkiye’li kadınların hükümette tek temsilcisinin olması onun da başörtülü olması (yöneticilerin eşlerinin de başörtülü olduğu düşünülünce)  çoğulcu da değildir. 

Ama bizim şimdi tek sorunumuz bu mudur? İşte son olarak geliyoruz yaşadığımız tüm sorunların asıl kaynağına. Çoğulcu olmaktan, demokrasiden, hukuktan, haklardan, özgürlükten o kadar uzak bir yerdeyiz ki, en son bir cumhurbaşkanı tarafından, bir genel seçim bile çalınabildi. Ve iş savaş çıkarmaya kadar varabildi. 

Türkiye yanıyor iken ben neden söz ediyorum değil mi? Eski Türk filmi izleyen, Türkiye’li seyirci gibi oldu; sadece bir tane sahnede seyirci dayanamaz sorar, “bu kadar da olmaz” der. 

Oysa filmde baştan sona her şey gerçekdışıdır. İnandırıcı değildir. 

Türkiye halkları yine böyle yapacaktır. Baştan beri inanmıyordu ama o tek bir sahne hepten bitirdi her şeyi. Hani o, genç bir insanın bayrak sarılı tabutuna elini koyduğu sahne vardı ya. İşte onu gören halklar, sonraki günlerde bir de küçücük tabutlar gördüler. 

Çocuklar öldürülüyor, halk görüyor. 

Bu bir film değil, halk bunu yaşıyor. 

Seyretmiyor, ya kayıp yaşıyor ya da o kaybın acısını kardeş acısı gibi ta içinde duyuyor.

*

Bu yüzden onu kendi haline bıraksak bile yenilecek artık. 

Ve bu yaptıkları yüzünden, hiçbir zaman birbirinin acısını duyan halklar gibi olamayacak. Kimse ona sımsıkı sarılmayacak mesela. Hiçbir zaman bir başkasının acısına gözyaşı dökemeyecek ya da arkadaşlarıyla ağız dolusu gülemeyecek. Bir söğüt ağacının altında yaprakların sesini dinleyip huzur bulamayacak, en yakınları ile bile bir hoş sohbeti olamayacak bir daha. 

Bu yaptıklarından sonra, bir daha insan kardeşleri gibi olabilmesi için daha büyük dersler lazım. Ama o zamana kadar da artık topluma zarar vermesini durdurmamız, çocukları, kadınları, gençleri yaşatmamız lazım. Bu yüzden kendi haline bırakmayalım hiçbir kimseyi, hiçbir şeyi. 

Bu sefer 7 Haziran’daki gibi olmasın evet. Tam durduralım, tam kurtulalım. 

O zaman Kadın Bakanlığı’mızı da kuralım.