Syriza, Çipras ve Yunanistan emekçilerinin kemer sıkma politikalarını reddetmelerinin üzerinden daha bir hafta geçmeden, Çipras benzer bir paketi kabul etti, AB ile anlaştı.  “Hayır” dedikleri halde kendilerini benzer bir noktada bulan emekçiler ve tabi Syriza içinde bir hayal kırıklığı ve tartışma başladı. Peki biz bundan ne anlamalı, nasıl dersler çıkarmalıyız?

Birincisi, referandumda çok açık bir sınıfsal saflaşma olmuş, burjuvalar “evet”/ emekçiler “hayır” demiş iken, onların beklenti ve taleplerinin gerçekleşmemiş olmasına “sevinemeyiz”. Emekçiden yana isek, onların lehine ilerlemelerin olmasını savunuruz. İmkan ve umudun doğduğu zamanlarda olumlu öngörüleri tutturmaya, en geniş çoğunluğun yararına mücadeleyi ilerletmeye çalışırız. Olumsuzu tutturmanın bir esprisi yoktur. Kötülük, kapitalizm koşullarında zaten her zaman olabilir bir şeydir. Tıpkı “krizler” gibi. Ve bu koşullarda krizi yaratan da hiçbir zaman emeği ile üretenler değil, bu emeği sömürenlerdir. Yunanistan’da da krizin sorumlusu emekçiler değildir ve faturayı onlar ödememelidirler. Peki bu nasıl olacak, “hayır” ın devamı nasıl gelecekti?

Çipras’ın geçen hafta reddettiğini bu hafta kabul etmesinin nedenleri neler olabilir?  İstifa eden ekonomi bakanı mı? IMF’in borçları yeniden yapılandırdığı ve iyi bir şey gibi sunduğu taslak çalışması mı?

Rusya-Çin blokunun karşısında ABD yönetimi mi? Rusya Devlet Başkanı Putin mi? Referandum sonrasında arayan IMF başkanı mı? Obama’nın Merkel’i araması? ABD Hazine Bakanının “Yunanistan tamamen bataklığa saplanırsa, birçok belirsizlik ortaya çıkacaktır” açıklaması? Almanya Maliye Bakanı ile ABD Hazine Bakanı görüşmeleri? Bu sorular soruluyor ve biz de burada ikinci dersimizi alıyoruz; işte kapitalizmin gerçek yüzü. Son derce gelişmiş kompleks bir yapı ile ve bu yapının devamı için sürekli o teknokratın bu teknokratı, o ülkenin bu ülkeyi fişfişlemesi ile karşı karşıyayız.

Olaylar yapısal eğilimlerle, kendi kanunlarıyla ve dünya çapında seyrediyor.

Kapitalizmin içinde ama onun bir gün yıkılacağı günleri boş boş beklemek yerine yıkılması için onu zayıf düşürmeye-ondan parça koparmaya çalışarak yani ringe çıkarak mücadele etmek, en az Kapital’i okumak ve anlamak kadar zordur. Kolay değil, karşınızdakiler bütün güçlerini birleştirirler. Böyle yapmazlar, eğer Yunanistan’ı “madde bağımlısı” gibi “borç bağımlısı” halde tutmaktan kaçırırlarsa, bu kurtuluş Avrupa’nın diğer halklarına esin kaynağı olacaktır. Burada da üçüncü dersimizi alıyoruz: Yunanistan da yaşananlar hepimizin hikayesi ve bu kapitalizm işte böyle kompleks bir yapı. Ringe çıkmak ve emekçiler için siyasi mücadele, hiç bu gerilimlere girmemekten iyidir. Bu raunt olmasa bile bir başka rauntta, bu kapitalizm canavarından emekçiler lehine mesela “emeklilik hakları” koparılabilir. Yaşadığımız bu yeniliberalizm döneminde, sosyalizm filan değil sosyal demokrat politikalara bile tahammül yok iken, Syriza 1960’ların sosyal devletlerinden daha geri vaatler ile sol sayılıyorken, ömrünü çalışmakla geçirmiş emekçinin emeklilik hakları elbette onlar için önemli. Buna da “fark etmez” denilemez. Ayrıca bizim memlekette de son seçimlerde halkın ekonomik beklentilerine seslenmenin önemi bir kez daha kendini kanıtladı.  

Sonuç olarak Yunanistan ve onun nezdinde tüm dünya halkları için süreç devam ediyor, mücadele de.  

*

Kadınların yaşam hakkı mücadelesi de dünya çapında devam ediyor. Türkiye’de de bir yandan kadın cinayetlerinde çözüm yolunun açıldığı günlerdeyiz. Yeni Meclisten beklenti yüksek ve hareketlilik başladı; Ceza kanununda talep ettiğimiz düzenlenmeler için önergeler veriliyor. Kadın hareketinin de önünde, yıllardır uğruna mücadele ettiği yaşam hakkını güvenceye alacak yasal kazanımları sonuçlandırmak var. Ancak şimdi bir de yaşam hakkının önüne en büyük engelin; “savaşın” belirdiği günlerdeyiz. Tam bu nedenle aynı zamanda barışı da savunmamız gerekiyor. “Suriye’de savaşa hayır” diyerek, sadece kadınlar değil “çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” diye mücadele etmeliyiz. 

*

Ve tabi ki erkekler de öldürülmesin. Peki, kimse öldürülmesin mutlu mesut yaşasın isterken kocasını öldürüp “biraz da erkekler ölsün” dediği halde Çilem Doğan’ı savunmamız bir çelişki midir?

Burada bütün kavramlar birbirine karışıyor; “ezilenin şiddeti” ayrı, “özsavunma” ayrı, “erkek doğrama cemiyeti” ayrı. Bunları daha sonra daha etraflı ele almak üzere, öncelikle Çilem’i yalnız bırakmamak gerekir. Çünkü ezilenlerin şiddeti ile gücü elinde bulunduran ezenlerin şiddeti hiçbir zaman bir tutulamaz. Bu ezilen tüm gruplar; halklar, cinsiyet ve cinsel yönelimler, azınlıklar için geçerlidir. Ancak yalnız bırakmamak ayrı bir şeydir, kahramanlaştırmak ayrı. Çilem’i kahraman yapsak ne olacak? Bu onun iyi ihtimalle gençliğini cezaevinde geçirecek olması gerçeğini değiştirmiyor. Yani öyle filmde Uma Thurman gibi ortadan kaybolup otel odasında mutlulukla küçük kızına sarılamadı Çilem. Ona benzeyen-benzemeyen tüm kadınların şiddetten kurtuluşu için çözüm bu değil. Bize tüm kadınlara hitap edebilen, kapsayıcı, herkesin katılabileceği ve sorumluluğu kadınların üzerine yıkmayan çözümler lazım. Mücadeleye devam.