Dünyanın dört bir yanında kent meydanları dalgalanırken, milyonların kendi kaderini eline almak için sokağa çıkmasını çok isabetli bir biçimde “tarihin uyanışı” diye tabir etmişti Badiou. Aynı zamanda Gezi Direnişi’nde ve dünyanın tüm meydanlarında büyük toplulukların ön sıralarında hep mücadele veren kadınlar vardı. Çünkü hayat kadınlar için erkekler için olduğundan hep daha zordu.
Evet, hayat kadınlar için daha çok değiştirilmesi gereken demek. Hele de Türkiye’de kadınların varlığına ve haklarına şimdiye kadar görülmemiş biçimde savaş açmış AKP’nin karşısında direnmek, nefes almak için bir zorunluluk kadınlar için.
Son on yılımızı kadın düşmanlığı ile geçirmiş iken, bu senenin sonunda da bunu tam teşekküllü hale getirdiler.
On yıldır dinlediğimiz üç-beş çocuk, kürtaj, sezaryen hadsizliklerine, bu sene “hamileyken evden dışarı çıkmama”, “kızlı-erkekli oturma yasağı”, “kahkaha atan kadının iffetsiz olması”, “eşitliğe saldırı” ve meşhur “fıtrat” eklendi. Bir de kadın katillerinin ekranlarda, hem de eflatun gömlek giyerek fink atması..
Yıl boyunca kadınlar üzerinden söylenen saçmalardan seçmeleri, geçtiğimiz hafta Selim Badur&Betigül Öngen, Açık Radyo’daki programlarında çok güzel özetlediler. Dileyen ayrıntılı olarak oradan dinleyebilir. Ama bu son hafta bir başka yaşanıyor. AKP hiç ara vermeden, büyük bir aceleyle kadın haklarına saldırıyor bu hafta. Hani, otobüs yolculuklarında yanınızdaki yol arkadaşınızla tanışıp biraz kaynaşırsanız tüm hayat hikâyesini yolculuk bitmeden yetiştirmeye çalışır ya, AKP de yıl bitmeden kadınların hayatını cendereye almayı tamamına erdirmek istiyor adeta.
Hepsi ayrı bir Erdoğan, hepsi ayrı bir “fıtrat bakanı”.
Sağlık Bakanı “sezaryen fıtrata aykırı” diyor, Milli Eğitim Bakanı bu fıtratı ta çocukluktan iyice öğretmek için karma eğitime saldırıyor, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı kadınlar olmadan kadın sözleşmesi uygulamaya çalışıyor.
İstanbul Sözleşmesi için yapılan toplantıya, kadınların hayatını kurtarmak için mücadele eden kadınlar alınmıyor. İstanbul Sözleşmesi ise kadına yönelik şiddet ile mücadeleyi odağına alan ve bu konuda mücadele veren örgütler ile çalışılmasını özellikle temel kural kabul eden, Türkiye’nin imza attığı dolayısıyla artık anayasal dayanağı olan bir sözleşme. Ama anayasa tanımayan AKP için bu bir sorun değil ki. Onun esas duygusu, sözleşmeye imza attığı için pişmanlık zaten. Fatma Şahin döneminde kadınlara gereğinden fazla hak verdiğini düşünüyor AKP. Tıpkı, Gaziantep’te cinayet işledikten sonra balkona çıkıp oradan Fatma Şahin’e sitem eden kadın katili gibi.
Bir de yeni sahne alan Sare Davutoğlu var; o da başbakan eşi olarak anlatıyor tane tane yine “fıtratı”. Onun hedefinde de feministler var, sorunların çözümünde yeterli değillermiş. Bütün imkanları elinde bulunduran bakan Ayşenur İslam yeterli, feministler değil öyle mi?
Görülen şu; AKP kadın hakları konusunda asla taviz vermeyelim kararı almış, kararlılıkla uyguluyor. Her düzeyde bunu görüyoruz. Bir diğeri, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun her yıl olduğu gibi, bu yılda Bilgi Edinme Kanunu’na dayanarak sorumlu kurumlara sorduğu “bu yıl kaç kadın, kadın cinayeti ile öldürüldü?” sorusuna Emniyet (yani İçişleri Bakanlığı) ile Aile Bakanlığı’ndan şöyle bir cevap geliyor: “biz de kayıt yok”. Bu arada, iki Bakanlık’ta sorumluluğu birbirine transfer etmeyi ihmal etmemişler ama. Düşünebiliyor musunuz, Cinayet Masa diye bir yer var ve Emniyet’te kayıt yokmuş.
AKP kararlı, kadınları illa ki ezdirecek. Bu kararın, yılsonu şahikası olarak bir de Erdoğan versiyonu var: doğum kontrol yöntemleri de meğer hainmiş, darbeci imiş.
İşte esas haini bulduk; Margaret Sanger.
Yabancı olduğuna göre kesin ajandır ya da paraleldir diye düşüneceksiniz ama değil. Sanger bundan yüzyıl önce NewYork’un emekçi mahallerinde kadınlarla çalışan ve doğumdan korunma düşüncesini yaygınlaştıran bir hemşire. Evet, o zamanlar doğum kontrolünden söz etmek, kadınları özgürleştirdiği için cesaret istiyordu. Ama aradan geçen yüzyıl içinde, dünyanın her yerinde sağlık hizmetlerinin temellerinden biri haline geldi.
Biz de ise bu devirde bir cumhurbaşkanı böyle konuşuyor işte. Zaten esas sorunumuzda bu.
Şimdi Türkiye’de en büyük haksızlık-hukuksuzluk-yolsuzlukların yargılanmadığı ve hatta yine sonsuz mağdur olduğu bu ortamdan, kadınların kaderine de ölüm ya da yaşarsa tam bir kuşatma düşüyor. Tarihin en eski haksızlığı; kadınların erkekler tarafından eziliyor oluşunu yok saymak, erkekleri aklamak istiyorlar.
Oysa bir çelişki, bir dağ gibidir.
Arkanızı döndüğünüzde yok olmaz yani.