Türkiye’ye Rönesans bir defa geldi.

Gezi Direnişi ile geldi. Çünkü daha önce bu kadar çok büyük topluluklar, bu kadar çok büyük bir kuvvetle sadece “üç beş ağaç” ve sadece “özgürlük” istememişti.  Kadınlar ve erkekler, kendi hayatlarını ellerine almak için, kentlerin meydanlarında bu kadar büyük bir cesaretle direnmemişti.

Cesareti, dünyanın bütün meydanlarından alıyorlardı.  Haziran 2013’ün öncesi de vardı, sonrası da devam ediyor. Maddenin ve somut olanın, aklın ve aydınlanmanın farklı biçimler aldığı gibi, farklı şekiller alarak. Rönesans düşmanı Erdoğan, onu boğmak istediğinde Duran Adam ile durdu, nefes aldı. Forumlarda kaderini konuşmaya başladı, kendini sürdürdü. 

Türkiye’nin Rönesans’ı, Gezi’den önce birikmeye başlamış, Gezi ile vücut bulmuş ama tamamlanmamış olarak önümüzde duruyor.

Onu tamamlayacak olan, Birleştik Haziran Hareketi’dir.

Buna bütün toplumun ihtiyacı var ama kadınların ihtiyacı bambaşka.

Çünkü kadınlar için Rönesans, bir ölüm kalım meselesidir.

Türkiye’li kadınlar, bu yüzyılın başından bu yana geçmiştekinden farklı.  Tıpkı bir önceki yüzyılın hak arayışına benzer biçimde, kendi çağının eşit haklarını arıyorlar. Ve bu defa sınırlı sayıda eğitimli kadın olarak değil, büyük topluluklar halinde modern haklarını istiyorlar.

Erkeklerin rahatlıkla yararlanabildiği haklardan kadınlar eşit biçimde yararlanmak istiyor. Mesela okumak, çalışmak, mesela “boşanmaya karar verebilmek” ve aynen erkekler gibi “öldürülmeden boşanabilmek” istiyor kadınlar.

Kadınlar değişiyor ama erkekler yüzyıllar öncesindeki haklarının hiçbirinden vazgeçmemek için değişmiyor. Kadınların hak arayışını memleket geleneğinden öğrendiği gibi, kör şiddet ile boğmaya çalışıyor, her gün kadın öldürüyorlar.

Yeni Havva, eski Adem.

Kadınların Rönesans’ı başlamış bulunuyor ama Türkiye’nin Rönesans’ı tamamlanmadığı sürece çok kanlı yaşanıyor.

Eski Adem’i savunanlar işbaşındalar.

Kadın hareketi, sadece kendi özgücüne dayanarak çalışıyor çırpınıyor, zaten çoktan yapılması gerekenleri nihayet yaptırıyor, kadın cinayetlerini Meclis gündemine sokmayı başarıyor. Mücadele dolu bir iklim sayesinde daha az sayıda kadın öldürülüyor, yazık ki buna bile seviniyor…

Derken Erdoğan bir konuşuyor; bir “fıtrat” diyor, ard arda kadın öldürülmeye başlıyor.

Erdoğan’ın, ilk bakışta hayret uyandıracak kadar doğrudan etkisi var erkek egemenliği üzerinde. Ne zaman kadınlar hakkında konuşsa- hatta sonra bazı söylediklerinde geri adım atsa bile- ardından kadın cinayetleri artıyor. Bu dinamik de farklı şekiller alıyor ama neden-sonuç ilişkisi hiç şaşmıyor, örneğin seçim dönemlerinde de böyle oluyor; sonuçlar bir açıklanıyor sanki o zamana kadar kendini tutmuş olan erkekler arka arkaya kadın cinayeti işliyor. Yani haksız bir egemenlik ne zaman kendini yeniden tesis ederse veya güç gösterirse, o zaman bütün haksız egemenler cesaret kazanıyorlar işte.

Ayşenur İslam yine kadına yönelik şiddet ile ilgili açıklamalar yapıp, bizleri kendi ifadesiyle “bağcı dövmeyi” bırakıp, işbirliği yapmaya çağırmış. Ama kadın cinayetlerinin işleyiş biçimi bu iken nasıl olacak işbirliği?

Hem kadın cinayetleri söz konusu olduğunda “bağcı” kim? Bu noktada “bağcı”; erkek egemenliği ise onu hep birlikte dövmemiz, onu dövmeyip kadın dövene hep birlikte kızmamız gerekir.

Kadınların Rönesansı’nı istemek de anlaşmamız gerekir.