Ne zaman “yaşasın kadınlar” desek, her seferinde birden fazla şey söylüyoruz…

Öncelikle elbette kadınların maddi varlığını; öldürülmemelerini, hayatta kalmalarını dile getiren bu kuvvetli söz, aynı zamanda sadece nefes almayı değil tüm kadınların kendi seçtikleri hayatı, eşit ve özgür yaşamaları dileğini anlatıyor. Ve bununla da kalmıyor; özgürlüğü için direnen kadınların haklı mücadelesine bir kutlama gibi. Hele ki bugünün Türkiye’sinde, kadınların mücadelesi neredeyse toplumsal muhalefeti temsil eder hale gelmişken, tüm topluma umut vermenin coşkusunu da anlatıyor...

Peki bu üçlü anlam somut olarak nasıl karşılık buluyor?

Birincisi; Türkiyeli kadınların en önemli toplumsal sorunu ve başta gelen önlenebilir ölüm sebebi şiddet. Kadın cinayetleri sadece kadınların değil toplumun her kesiminin sahiplenip çözüm istediği ağır sorun olmaya devam ederken “yaşasın kadınlar” demek, bu sorunun çözümünde yol gösteren en önemli kılavuz olan İstanbul Sözleşmesi ile karşılık buluyor, sözleşmenin uygulanması anlamına geliyor.  Sözleşmenin kadınların şiddetten kurtulduğu bir hayata kavuşması için bütünsel bir mücadeleyi tarif eden çok sayıda etkili maddesini 4 temel adımda formüle ediyoruz.  İngilizce söylenişleriyle 4 P diye formüle ettiğimiz: Prevention (Şiddeti Önleme), Protection (Mağdurları Koruma), Prosecution (Suçluları Cezalandırma) ve Policy Making (Şiddeti Önlemek için Politika Yapma) çözüm adımlarının uygulanması kadınlar ve kız çocukları için hayati önem taşıyor.

İkincisi; “yaşasın kadınlar” kadınların özgürce yaşamasını kasteden anlamı da bizi sözleşmenin özel önemine, onu diğer uluslararası belgelerden ayıran öncü niteliğine getiriyor:  İstanbul Sözleşmesi başta CEDAW olmak üzere kendinden önceki başka uluslararası belgelerden beslenmiş ama onlardan farklı bir öncülüğü de gerçekleştirmiştir. Sadece şiddetten korunma ve zararlarını ortadan kaldırmayı değil, şiddetin kendisini ortadan kaldıracak yöntemi tanımlamıştır. Şiddetten kurtulmanın toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaktan geçtiğine dair bilimsel gerçeği, devletlerin yükümlülüklerine tercüme etmesi bir ilktir ve onun asıl başarısıdır.

Gelelim üçüncü anlamına; kadınların dünyada ve Türkiye’de yükselen ve umut veren mücadelesini kutlayan “yaşasın kadınlar” sözünün, boşa gitmemesi, bugün ve yarın da devam etmesi için, geldiğimiz noktada bize daha çok mücadele etmek düşüyor. 1 Temmuz’da resmileşecek olan, hukuksuz biçimde alınan sözleşmeden çekilme kararını geri çevirmek mümkün. Ve gerçek şu ki hayati bir zorunluluk. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme ile ilgili karar, geleceğin Türkiye’sini de şekillendirecek. Bugün giderek her alana yayılan biçimde yaşamaya başladığımız anayasa ihlalleri, bir gece vakti hukuksuz biçimde alınan sözleşmeden çekilme kararıyla başladı ve devam etti… Geçerliği olmayan genelgelerin, içki ve görüntü alma yasaklarının, en temel hak ve özgürlüklerin ihlalleri döneminde, hukukun gerilediği her durumda olan oldu; hukuk dışı mafyatik ilişkiler su yüzüne çıkmaya başladı. Çünkü evrensel ortak bir değere saldırı olduğunda, diğerleri de yerinde güvende duramaz. Montrö Anlaşması ile ilgili gündemde gördüğümüz gibi, İstanbul Sözleşme’sine dokunulursa, medeni kanuna, modern tüm haklarımıza da dokunmanın yolu açılır… Bu bakımdan çocukları cinsel istismardan koruyan Lanzarote Sözleşmesi, diğer insan hakları sözleşmeleri ve daha ötesi iç hukukumuza yansımış modern yasalarımız, kısacası laik ve modern haklarımız da risk altındadır.  

Ve bugünkü durumumuz ve Marmara Denizi’ndeki musilaj birbirinin sembolü gibi adeta. Eğer hepsinin karşısında mücadele etmez ve durdurmazsak geleceğimizi gösteren bir sembol.

Sözleşmeyle ilgili kararın yayınlandığı 20 Mart tarihinden bu yana geçen zamanda sadece kadınlara yansımalarına baktığımızda hızla başlayan olumsuz etkileri görüyoruz. Karakollara başvuran kadınlar için 6284 sayılı kanuna göre de orada tedbir kararı alınması gerekiyorken, kadınların geri çevrildiklerini görüyoruz. Kadın cinayetleri artarak devam ediyor ve son dönemde artan şüpheli kadın ölümleri ile ilgili tehlike daha da artmış durumda. Ayrıca kadına karşı işlenen suçlarda, davalarda cezasızlık örneklerine daha çok rastlamaya başladık… Bütün bunlar sıcağı sıcağına olanlar ve görebildiğimiz kadarı… Mutlaka bilemediklerimiz de var ve henüz yaşamadığımız ama izlememiz gereken tehlikeler daha önemli. Örneğin kız çocuklarıyla ilgili riskleri henüz tam bilemiyoruz. Sözleşmede kız çocuklarının eğitiminin engellenmesi, erken yaşta evlendirilmeye zorlanması gibi konularda çocukları koruyan maddeleri var ve çocuklarla bu kadar uğraşıldığı bugünün Türkiye’sinde bu maddeler hayati önem taşıyor. Öte yandan, sözleşmeden geri çekilme sebebi olarak “eşcinselliği normalleştirdiği için” şeklinde açıklama yapılması, LGBTİQ+ bireylerin hedef haline getirilmesi bir başka önemli anayasal suç anlamına geliyor. Zaten meşru olanın meşruiyeti tartışılamaz. Devlet bazı yurttaşlarımı koruyacağım, bazılarını korumayacağım diyemez.

Bütün bunların ötesinde artık İstanbul Sözleşmesi mücadelesi tüm toplumun anayasal hak ve özgürlükleri mücadelesinin sembolü haline gelmiş durumda. Bu yüzden kadınlar, kız çocukları, LGBTİQ+ bireyler için hem hukuki mücadeleyi ama asla onunla sınırlı kalmadan çok yönlü mücadeleyi toplumun tüm ihlal edilen anayasal hakları için hep birlikte devam ettirdiğimizde, kararı geri çektirip, sözleşmeyi uygulatmamız elbette mümkün.

Pandemiden, şiddet salgınından ve yaşadığımız tüm anayasa ihlallerinden kurtulmak mümkün. Salgın kadar önemli halk sağlığı sorunu olan şiddetin de, kendi yaşadığımız sorunların da, doğaya yaşattıklarımızın da çözümü var: evrensel sözleşmeleri uygulamak, insanlığın ortak değerlerine sahip çıkmak. Dünya yüzünde bugün geldiğimiz haklar ve özgürlükler seviyesine eşit biçimde ulaşmaya hepimizin hakkı var. Dünya bu haliyle haklarımızı da doğayı da tahrip ediyorsa, değiştirme sorumluluğumuz var. Bunu başarabilirsek, Marmara Denizi yeniden masmavi, ülkemiz aydınlık, kadınlar ve çocuklar ve toplum sağlıklı ve mutlu bir geleceğe kavuşacak.

İşte şimdi İstanbul Sözleşmesi için, hayatlarımızı kurtaran anayasa dayanağındaki o metnin imzalandığı İstanbul’da 19 Haziran’da büyük buluşmaya hazırlanırken, arkamızda tüm bu hak ve sorumluluklar var. O yüzden bu kadar eminiz kendimizden. Ama hem emin hem de çok kuvvetli olmamız lazım, Türkiye’nin her yerinden çıkıp gelerek bir büyük kuvvet olduğumuzda, bütün İstanbul’u kapladığımızda bambaşka bir ülkeye adım atacağız.

Bekle bizi İstanbul, sana Anayasa’yı getireceğiz.