Son günlerde sosyal medyada #yirmiliyaslar ile ilgili sözcük anlamı meydan okuma olan challenge bitmek bilmiyor… Tam olarak neye meydan okuma olduğu -yıllara mı?- anlaşılamasa da, insanların gençlik fotoğraflarını paylaşmak çok hoşuna gidiyor olmalı ki, paylaşımlara her gün yenileri ekleniyor, bazı arkadaşlar yeniden paylaşım yapıyor, buna doyulamıyor… Birden fazla paylaşım sayılır mı bilmem ama görünen o ki, herkes mutlu… Pandemi koşullarında, hele böyle bir ülkede yaşıyor iken mutluluğa hasret kalındığından olabilir, insanlar nereye gittiği belli olmayan ülkemizde, gençliklerine gitmek istiyor olabilir. Sonuçta biraz mutlu olmak elbette herkesin hakkı amma velakin nostaljiye bir ara verip gerçeğe baktığımızda epey mutsuz edici gelişme görüyoruz. Bunların en başında da anayasayı, yani bir toplumun hayatında en temel düzenleme olan esas kanunu savunmak geliyor.
Türkiye ferman devleti olmayı geride bırakalı yüzyıllar geçmiş, bu yüzyılda bu toplumu yasayla değil ferman ile yönetmeye kimsenin gücü de yetmez. Nitekim “genelge” adı verilen bu fermanların her birinde yeni bir soruna çarpıyor deneyenler, her seferinde işler sarpa sarıyor. Çünkü o belgeler genelge bile değil; genelge üst başlıkta bağlı olduğu yasa ne ise onunla uyumludur. Bunlarda ise açık açık asıl kanunlar ve anayasa çiğnenmeye çalışılıyor ve her böyle durumda olduğu gibi - bir esas kaide delinirse iflah olunmayacağı gibi - bu tutmuyor.
Tutmaz. Bu toplum buna izin vermez ama deneniyor olması bile ayrı bir sorun. İktidarın topluma verecek hiçbir şeyi kalmadı artık sadece böyle icraat yapıyor yorumları da var, tüm bunları yapabildiği için gücünü göstermek üzere yapıyor yorumları da…
Ama geçinemediği için intihar eden emekçilerden, devam eden kadın cinayetlerine uzanan ağır toplumsal sorunlar sürerken buna “icraat” denilebilir mi? Gücümüzün yettiği her şeyi yapmalı mıyız konusu ise ayrı bir etik bahis; tabi ki hayır; bu yüzden yasa var, yasanın ötesinde etik var. Tehlike de burada işte; mesela kadın cinayetleri devam ediyor ama İçişleri Bakanı tarafından İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı sayesinde cinayetlerin azaldığı iddia ediliyor. Bu nasıl bir icraat ki, şiddeti önleyen sözleşmenin kaldırılması üzerine erkekleri daha az cinayet işlemeye başlatıyor? İçişleri Bakanı’nın erkeklerle yaptığı, biz sözleşmeyi kaldıralım siz daha az öldürün diye ayrı bir anlaşma mı vardı? İnsan gerçekten hayrete kapılıyor…
Son resmi açıklamada “kadın cinayeti” yerine “yaşamını yitirdi” ifadesi kullanılması ise ayrı bir facia. Adını söylememeye çalışmak, failin erkek olduğunu gizlemeye çalışmak ne demek? Öyle yapınca gerçek ortadan kalkacak mı sanıyorlar? Bu nasıl bir tuhaflık? Tıpkı RTÜK’ün TV kanallarına “kalabalık yerlerin görüntüsünü vermeyin, boş sokakları gösterin” şeklinde verdiği talimata benziyor. Şu saçmalığa bakın; gerçeğin söylenmesinden duyulan korku, gerçeğin kendisinden duyulan korkudan daha büyük… Tıpkı vaka sayılarında yapıldığı gibi, tıpkı kamusal alanda görevlerini yaparken kolluk personelinden ses ve görüntü kaydı almayı önlemek istemek gibi. Bunu kamu görevlisi görevini yaparken bahsedilemeyecek “özel hayatın gizliliği” ile açıklamaya çalışırken, Ankara’da 1 Mayıs'ta haber takip ederken polis tarafından engellenen Yol TV Muhabiri arkadaşımızın en özel eşyasına, cep telefonuna el uzatıp saldırmak gibi…
Akılla izanla açıklanamayacak ama akıldan yoksun sanılarak “delilik” şakalarıyla da geçiştirilemeyecek işler bunlar. Kifayetsiz de olsa kendince bir akıl ile yürütülen bu berbat durumu değiştirmenin her gün mücadelesi şart. Örneğin Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu da her gün mücadelesini verdiği şiddet ile ilgili raporlama yapıyor. Son dönemde kadın cinayeti haberlerinin yapılmasıyla ilgili basına talimat verildiğini, bunun etkilerinin neler olacağını da izliyor ve işi şansa bırakmıyor asla. Platformun son raporuna göre de nispeten bir azalma var ama 16 kadın cinayeti, 14 şüpheli kadın ölümü ile otuz kadının geçen ay hayatta olup şimdi olmamasını gözler önüne seriyor. Benzer biçimde Türkiye Gazeteciler Sendikası çok iyi yaptı; Ankara’da 1 Mayıs’ta yapılan suç teşkil eden müdahaleyi yargıya taşıdı.
Ayrıca sadece gazetecilerin değil, tüm yurttaşların kamu görevlileriyle ilgili tanık olduklarını kaydetme hakkı var. Bu sene En İyi Kısa Film ödülünü alan “Two Distant Strangers” ABD'de polis tarafından öldürülen siyahları anlatıyor. Siyah bir gencin ne yaparsa yapsın, senaryo nasıl değişirse değişsin Floyd olmaktan kurtulamamasını, her seferinde çekim yaparak kanıtlayan o mahalledeki bir kadın emekçi de var. Filmi çok tavsiye etmekle birlikte, işte o iyi tanık olabilen yurttaşlardan Türkiye’de de çok var… Ve bunu o hükümsüz genelgeler asla durduramaz.