İmzaya açıldığı yer İstanbul olduğu için adını güzel şehrimizden almış olan, kadınların şiddetten kurtulduğu bir hayatın yolunu gösteren İstanbul Sözleşmesi’nin başına gelene bakın… Daha önceleri “İstanbul’a ihanet ettik?” diyerek dile getirilen gerçek ne ise şimdi Sözleşme’nin başına da o getirilmek isteniyor.
Ayasofya kararı dönemine denk gelmesi de tesadüf değil; gerçeğin çarpıtılması bakımından benziyorlar. Ayasofya zaten yıllardır ezan okunan, namaz kılınan bölümü de olan bir müzeydi ama böyle değilmiş gibi yapıldı. İstanbul Sözleşmesi de belirli maddelerden ibaretmiş gibi gösterilip onlar “bahane” edilerek, geri kalan bütünü yok sayılıyor. Böylece hem “suçlu” ilan edilen o maddelerde korunanlara ayrımcılık yapılırken Sözleşme’nin geri kalanına da tam bir şiddet uygulanıyor.
Şiddeti ortadan kaldırmaya çalışan bir belge -ki kuru belge gibi değil içinde milyonlarca kadının hayatı olan yaşayan canlı bir belgenin- gözümüzün önünde şiddet altında olduğunu görüyoruz. Ve bu bir tür insanlık suçudur. Bu suçu işlediği iddia edilen başka ülkeler olması -Macaristan, Bulgaristan, Hırvatistan gibi- durumu değiştirmiyor. Bu iddianın tam olarak doğru olmaması bir yana (bu ülkelerde imzadan çok parlamentolarından geçirme konusu tartışmalı) Türkiye onlarla aynı konumda değil.
Uluslararası belgeler tarihinde, bir sözleşmenin imzaya açıldığı ülke tarafından değil imza çekilmesiyle gündeme gelmesi, tartışmaya açılması bile görülmemiş bir durum. Büyük bir ayıp olmanın ötesinde dünya kamuoyunun güvenini tam olarak kaybetmek anlamına geliyor. Bunun da bir önemi yok deniyorsa -hoş o “değerli yalnızlık” günleri de geride kaldı ama- herkes şunu bilsin ki İstanbul Sözleşmesi’ne dokunmaya çalışmak, başka hiçbir şeye benzemez.
Çünkü İstanbul Sözleşmesi’ne dokunmak her şeyden önce, nüfusun yarısını oluşturanlara; tüm Türkiyeli kadınlara da ihanet anlamına geliyor.
Neden şimdi?
Kadına yönelik şiddetle mücadele İstanbul Sözleşmesi ile başlamadı, arkasında köklü bir tarih ve birikim var. Sözleşmenin özel önemi, kendinden önceki başta CEDAW olmak üzere Pekin, Kahire ve haklarımızı düzenleyen benzeri birçok belgeden ve bu belgeleri var eden esas dinamik olan kadın mücadelesinden beslenerek onlardan farklı bir öncülüğü de gerçekleştirmesidir. İstanbul Sözleşmesi ile ilk defa sadece şiddetten korunma ve zararlarını ortadan kaldırma değil, şiddeti önleyecek ve onu ortadan kaldıracak yol yöntem tanımlandı.
Şiddeti önlemenin toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaktan geçtiğine dair bilimsel gerçeği, devletlerin yükümlülüklerine tercüme etmesi, onun asıl başarısıdır.
Şimdi bir yandan bu bilimsel gerçek tartışmaya açılmaya çalışılıyor. Öte yandan o gerçeklerin milyonlarca kadının can meselesi olduğu gerçeği örtülmek isteniyor. Neden?
İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı sırada Türkiye’de tüm yakıcı toplumsal sorunlarda açılım yapıldığı; hak ve özgürlüklerin görece önemsendiği dönemdeydik. Sonraki yıllarda sarkaç tam tersine döndü, o dönemin getirdiği görece demokratik adımlar bir bir geri alındı.
Geldiğimiz noktada her konuda demokrasi ve özgürlükten uzaklaşılmışken ortada duran tek iyi şey, kadınlar için yapılmış düzenlemeler göze batmaya başladı. 6284 Sayılı Koruma Kanunu ve onu da kapsayan İstanbul Sözleşmesi niye duruyordu ki?
Bu soru epey zamandır bazı tarikatlar, cemaatler ve nafaka-boşanma karşıtı “kadın düşmanı erkeklik tarikatları” tarafından soruluyordu. Şimdi kadınları korumakla yükümlü yetkililerin, bir eylem yaptıklarında pankart tutacak sayıda bile olmayan, aralarında hiç kadın olmayan bu kadın düşmanlarının sözlerine kulak verdiğini görmek elbette bir felaket. Hayır sadece bizim için değil, o yöneticilerin kendileri için de öyle.
“Peki bunu neden yapıyorlar? Arkasında ne var?” soruları önemli. Kendi aralarında soranların, “9 yıldır olmayan neden oldu?” diyen kadın yöneticilerin görevden alındığını düşünürsek cevabı bulmak durumundayız.
Şimdiye kadar sözleşmeye dokunmaya da cesaret edilemiyordu çünkü şiddet sorunu çok yakıcı, karşısındaki mücadelede çok güçlü ve iktidar toplumun sarsıcı sorunlarında bu kadar başarısız değildi. Eğer Türkiye’de kadın mücadelesi bu kadar canlı olmasaydı yine de şimdiye kadar çoktan dokunulmuş da olabilirdi.
Şimdi durum şu; kadın hareketi hala çok güçlü ama iktidar toplumun sorunlarını çözmekte çok güçsüz. Böyle gündeme gelme nedeni tıpkı Ayasofya’da olduğu gibi buradan bir güç kazanılacağının düşünülmesi. Öznel pragmatik hesaplar için tutmayacak bu. Ancak asıl hata; kadınların can meselesini böyle bir çıkar çatışmalarının arasına kaynatmaya çalışmaktır.
Bu ciddi bir etik hata olmakla birlikte, zorlasanız da yapısı gereği olmayacak bir şey. Çünkü hangi dünya görüşünde olursa olsun her kadın, sırf kadın olduğu için öldürüldüğünü biliyor. Çünkü kadınların hayatta kalıp kalmaması; bu önemli çıkar çatışması, hala erkeklerle yaşanmaya devam ediyor. Sırf kadın olduğumuz için öldürüldüğümüzü biliyoruz biz, başka bir şeye nasıl ikna olalım? Tersine, bunun denenmesi, en dokunulmaz hakkımız olan yaşam hakkımızın pazarlık konusu yapılması, affedilemez bir hata olacaktır.
“Suçlu” ilan edilen maddeler bahane, görevden kaçmak şahane
İstanbul Sözleşmesi’nin gerçekten de 80 ayrı maddeden oluşan bütünlüğü içinde bazı maddeler “suçlu” ilan ediliyor. Gerçeğin nasıl çarpıtıldığını gösteren çeşitli raporlar içinde Türkiye Düşünce Platformu’nun raporu, gerçeği apaçık ortaya koyuyor. İçinde Emine Şenlikoğlu’ndan başka kadın bulunmayan, sırf erkeklerin yönettiği bu platform “töre cinayeti, namus cinayeti gibi kavramsallaştırmaların da iyi niyetli olmaktan çok toplumu ayakta tutan değerlerin itibarını azaltmaya yönelik olduğunu” söyleyerek sadece İstanbul Sözleşmesi’ne değil medeniyete de düşman olduğunu, mesela Türk Ceza Kanununu da istemediğini açıkça ilan ediyor. Bir de “yeni adet çıkarıyor” diye Sözleşme’den rahatsız olan bu bakış, eğer İslam’ın ilk doğduğu zamanlarda yaşasaydı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinden hiç rahatsız olmazdı diye düşünüyor insan… Bu rapora göre açık ki ortada bir yanlış anlama değil, çarpıtma ve başka emeller var.
Bu kadar medeniyet dışı düşünmesi pek mümkün olmayan KADEM ise şiddetin kökenindeki bilimsel gerçeği; toplumsal cinsiyet eşitsizliğini örtmeye çalışarak “Şiddet neden en çok kadını ve çocuğu buluyor diye bakacak olursak, şiddet bir güç dengesizliğidir. Güçlüden güçsüzse yönelik bir dışa vurum problemidir" diye utangaçça açıklama yaptığı ve şu anda kendi mücadelesini sorun sadece dildeymiş gibi bir kampanya yaptığı dönemde. Dil elbette önemli ama kadınların ayağının altından en temel zeminler alınmaya çalışılıyor. Ey KADEM, görmüyor musun? Ne diyeyim; bu mantık ile modern tıbbın da bilimsel ve modern olan her şeyin de reddi gerekir. Madem öyle KADEM’deki kadınlara düşen, tutarlı olup hayatlarında her alanda bilim ve modernlikten feragat etmeleridir.
Son olarak Sözleşmenin “bahane” edilen maddelere, bahane de olsalar bakarsak;
• “Sözleşme nedeniyle erkek evden uzaklaştırılıyor, boşanmalar artıyor, aile yapısı bozuluyor” diyorlar. Evet; İstanbul Sözleşmesi’nin 52. maddesi, ‘ani tehlike anında uzaklaştırma’ tedbiri öngörür. Tedbir alınmasın, o evdeki kadın öldürülsün mü? Sözleşme’nin uygulanmaya direnildiği yıllar boyunca; çocukların gözleri önünde annelerinin öldürüldüğü, babaların evlatlarını öldürdüğü hale gelen “aile”, korunmaya çalışılan “yerli ve milli değerler” ile uyumlu mu?
• Evet; Sözleşme’nin 12. maddesi ‘Taraflar; kültür, gelenek, görenek, din veya sözde namusun iş bu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar’ diyor. Namus bahanesi ile işlenen cinayetler, kadın cinayetleri normalleştirilsin mi?
• “Toplumsal cinsiyet”, “cinsel yönelim” ifadelerinin de “aile yapısını bozduğu” iddia ediliyor. Evet, 3. madde evrensel bir hak olarak herkes için ayrımcılık yasağını tanımlar. Bu hak olmasın mı? Buradan oy kazanmayı düşünenler çok yanılıyor. Önce kadınları kutuplaştırma, sonra hak savunan kadınları cinsel yöneliminden dolayı ayrımcılığa uğrayanlar karşısında savunmada kalmaya zorlama… Karantina zamanlarında ileri yaştaki yurttaşlara yapılanların benzeri amaçlanıyor. Ancak o dönemde ileri yaşta olanları, sağlıkları nedeniyle daha çok korunması gerekenleri yönetenlerin ihmaline nasıl bırakmadıysak buna da izin vermeyeceğiz. Büyük insanlık içinde birilerini şiddet görebilir-öldürülebilir görmek en büyük insanlık suçudur. “Yerli ve milli değerler” savunduğunu düşünenler, hiç de milli olmayanlara, dünyada diğer benzer suçlar işleyenlere; ABD’de siyahları öldürenlerle, Avrupa’da Ortaçağ kiliseleriyle, engizisyon mahkemeleriyle tam aynı yere denk düşüyorlar.
Sonuç; İstanbul Sözleşmesi şart ve uygulanacak
Ortaya çok sayıda soru çıkıyor, hepsini bir yazıda ele almak mümkün değil. Başlıca mesele şudur;
Hadi diyelim “rahatsız” olunan maddeler oldu. Peki, Sözleşme’nin Türkiye Raporu’nda sayılan yüzlerce görevi, çok temel haklarımız, Türkiye’nin resmi yanıtları ile taahhüt edildiği halde neden uygulanmadı? Bu raporda “Türkiye kadına yönelik şiddetle mücadelede en önemli araçlardan birinin de kadına yönelik şiddete sıfır tolerans ilkesinin tüm ilgili alanlara yerleştirilmesi olduğunun farkındadır. Bu amaçla kadın erkek fırsat eşitliğinin tüm ana plan ve politikalara yansıtılması için hazırlanan “Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı” 8 Mart 2018 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarafından kamuoyuna açıklanmıştır. Bu da eylem planının en üst düzeyde sahiplenildiğinin göstergesidir” yazılmış. Neden gereği yapılmadı? Peki, İstanbul Sözleşmesi’nin karantina döneminde yayınladığı COVİD-19 salgınında kadınlar için önlemler bildirisi neden yok sayıldı?
Şiddetin arttığı, tüm ülkelerin önlem aldığı bu dönemde neden bir kez bile kadınlar için destek sistemleri tanıtılmadı? İşte şimdi şiddetin ve haklarımıza saldırıların artması bu yüzdendir. Buradan bakılınca tablonun, tam da bunların hazırlığı yapılmış gibi göründüğünün ve bunun sorumluları için hiç de iyi bir konum olmadığının farkında mısınız?
Şimdi bütün bunları örtmek için tümüyle İstanbul Sözleşmesi kalksın deniyor. Oh ne güzel dünya; “Okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdik” öyle mi?
Bir de hep aynı hikaye: Tıpkı erken yaşta zorla evlendiği için cezaevinde olan erkeklere af çıkarmaya çalışırken kullanılan bahaneler gibi Sözleşme için de “Türkiye'de bütün siyasi partilerin tabanlarında İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması ya da bunun bir düzenlemeyle revize edilmesi konusunda çok ciddi beklentiler vardır. Bunun aileye zarar verdiği konusunda endişeler var” deniliyor. O halde;
1. Önce yönetenler kadınların sorduğu bu hayati soruları cevaplasın,
2. Sonra İstanbul Sözleşmesi’nden rahatsız olduğu iddia edilen o tüm siyasi partiler de çıksınlar ortaya açıklama yapsınlar.
Uzun sözün kısası; kimse bize masal anlatmasın. Biz öldürülüyoruz, daha ne olsun. Yaşam ve ölüm gibi katı dünya gerçeklerini yaşarken, kadınları kimse kandıramaz. Şarkıdaki gibi herkes biliyor gerçeğin ne olduğunu…
Ve İstanbul Sözleşmesi’ni, bu ülkenin bütün illerinde uygulatacağız. Kadınlar, şiddetten kurtulduğu bir hayata kavuşana kadar asla durmayacağız.