Koronavirüs salgını dünya çapında çok yönlü ve derin etkiler yaratıyor. Her gün vaka sayısı güncellenirken ölüm sayısı artıyor, önlem sayısı artıyor, bilgi arayışı artıyor, yeni haber artıyor… Artıyor da artıyor. Elbette azalanlar da var; örneğin Çin’de vaka sayısının azalması iyi haber. Ama azalan başka şeyler de var; insan haysiyet ve onurunu koruyan temel değerler, idealler ne oluyor? Yaşanan bu hengamede hem en büyük riski alarak hastalıkla savaşan hem de hastaları arasında seçim yapmaları beklenen sağlık çalışanlarının temel ilkelerine neler oluyor? Avrupa ülkelerinde ileri yaştaki hastalarından solunum cihazını çekmek zorunda kalan doktorları gözyaşları içinde izlediğimiz videoları bir düşünün…

Temel tıp etiği ilkelerine bağlılığın azalmasının başka hiçbir şeye benzemediğini insanlık tarihi birçok defa ama en çok da 2. Dünya Savaşı sonrasında, Nazi doktorların soykırım suçlarıyla yargılandığı Nurnberg Mahkemeleri ile gördü. Hipokrat’a rağmen bu insanlık suçlarını işleyebilen hekimler olabilmesi bize yeni temel ilkeler kazandırdı. Bütün insanların eşit biçimde sağlık bakımına ulaşma hakkı ve kendi bedeni üzerinde her tür müdahaleye karar verme hakkı vardı. Hekimler ve büyük insanlık, tarihteki acı dersler ile bunları öğrendi, o yüzden gözyaşı döküyor o videolardaki doktorlar. Yaşı, sağlık durumu, sosyal konumu, virüsten daha çok etkilenebilecek olanların hayatını kaybetmesi “normalleştirilerek” konuşulamaz. Virüsten daha beter olan budur; “Ekonomi mi? İnsan mı?” diye bir soruyu sorabilmek bile ontolojik olarak yanlıştır. Ekonomi kendi başına bir canlı değildir; insan aklının ürettiği ve insanlığın yararına hizmet edebilecek biçimde de planlanabilecek insan yapımı bir işleyiştir. Bu soruyu sorabilmek bile etik dışıyken bir de soruya “insanı” gözden çıkararak yanıt verebilmek, virüsten öte veba dönemi ortaçağı kadar karanlıktır, dekadanstır. Çünkü yaşı ileri olanlar, sağlığında başka engel bulunanlar, cezaevindekiler, temel imkanlardan yoksun evsizler, göçmenler ve benzeri biçimde ek önlemler alarak savunulması gereken herkes sağlık hizmetlerinden eşit yararlanma hakkına sahiptir. Evet bu hizmetlerin içine -yoğun bakım yatağı, solunum cihazı, organ nakli gibi- tıpta pahalı ve sınırlı kaynak olarak tanımlanan kaynaklar da girer.

Diyebilirsiniz ki iyi ama koronavirüs şimdi doktorları derin ve zorlayıcı etik kararlar almaya zorluyor. Bugünün gerçekleri karşısında ne yapacağız?

● Birincisi tam konuştuğumuz nokta için, doktorlar koronavirüsten çok önce, çok büyük talep karşısında kaynak tahsis etme ihtiyacını hesaba katarak rehberler hazırladılar. Kasım 2015'te grip salgınından sonra New York Sağlık Departmanı’nın hazırladığı Ventilatör Tahsis Kılavuzu bunlardan sadece biri ve “yaş”, ayrımcılık yaptığı için bir kriter olarak reddediliyor. Çünkü ileri yaşta bir kişinin gençlerden daha iyi hayatta kalma şansına sahip olduğu birçok vaka vardır. (Ventilator Allocation Guidelines, New York State Task Force on Life and the Law)

Doktorlar, bir tahsis protokolünün sadece hastanın hayatta kalma olasılığını değerlendirmek ve hastanın ventilatör tedavisine erişimini belirlemek için klinik faktörleri kullanması gerektiği sonucuna vardı. Elbette bu kılavuz ilkelerin temel amacı, sınırlı sayıda ventilatörün bulunduğu bir grip salgını içinde en fazla yaşamı kurtarmaktı. Bu hedefe ulaşmak için ventilatör tedavisinin hayat kurtarıcı olması muhtemel hastalara öncelik verilmesini savunur. Ancak hayatta kalmayı, hastanın belirli bir hastalıktan veya hastalıktan uzun süre (örneğin pandemiden yıllar sonra) hayatta kalıp kalamayacağına odaklanarak değil, akut tıbbi ataktan kurtulma olasılığını inceleyerek bir hastanın kısa dönemli durumunu inceleyerek tanımlar. Nitekim kaynak dağıtımında “öznel” hiçbir faktörün kullanılmaması, etik kabul edilebilen tek ölçünün tıbbi faktörler olması tıpta adalet ilkesinin temelini oluşturur. Ve kaç yaşında, hangi sağlık durumunda olursak olalım geriye kalan ömrümüzün; hayatın değerini, kimse bizim adımıza ölçemez.

● İkincisi, bir hastanın yatağı başındaki durum böyledir. Ama esas mesele o yatağın başına gelene kadar olanlardır. Esas mesele şudur: Kaynaklar kısıtlı olmayabilirdi. Bu kısıtlılığı liberal ekonomi dayattığı için var. Evet nüfus başına yoğun bakım yatağı olmayabilir ama mevcut kaynaklar daha çok kar için, silah için ve benzeri için değil sağlık için kullanılsaydı, bugünleri böyle yaşamayabilirdik. Bakın en iyi sağlık hizmetlerine sahip olduğunu söyleyen, az nüfuslu İsviçre’de bile nüfusa oranlandığında vaka sayısı yüksek ve sağlık altyapısı yetersizliği var. En özelleştirmeci ABD’de ise görülebilecek felaketi daha yaşamadık. Türkiye’ye gelirsek, bugün yaşasaydı olanlara “ah edecek” Nusret Fişek Hocamızın mirası “Sosyalleştirme Kanunu” ve sağlık ocakları başta olmak üzere ona dayalı koruyucu sağlık hizmetlerimiz yaşasaydı, Sağlıkta Dönüşüm Programı ile yerle bir edilmiş olmasaydı, bugünleri böyle yaşamayabilirdik. Şimdilerde “sağlık ocakları” sözünü daha çok duyar olduk, umarım ders alınır.

Ve şimdi hiç katılmadıkları bu ekonomik kararların, hiç katılmadıkları sağlıkta dönüşüm programlarının etik bedelini doktorların ödemesi isteniyor. Hiç kimse salgının ortasında hayatlarını koyarak çalışan sağlık çalışanlarının bir de ahlaki ilkelerini riske atmalarını beklemesin.

Bu günler geçecek, korona sonrası gelecek. Ve tıpkı dünya savaşlarından sonra olduğu gibi insanlık suçlarının gerçek sorumluları mutlaka yargılanacak, unutulmasın.